Komşu Komşu Biz Geldik – Macera I
Ayşe Batman - Hande Çınar
Herkese merhaba,
Birkaç günlük seyahatlerimizin bu seferki durakları, Arkeoloji okusun okumasın herkesin merak ettiği, Olympos Tanrıları’nın diyarı, ortak bir deniz ve benzer bir kültürü paylaştığımız Yunanistan’ın başkenti Atina ve oradan bir çılgınlık yapıp gittiğimiz mavi damlı beyaz badanalı binaların adası Santorini.
2014 yılı Haziran ayının 26’sında İstanbul’dan kalkan en erken Atina uçağından aldık biletimizi. Atatürk Havalimanı’nda Aegean Airlines’ın kontuarına yanaştık ve bagajlarımızı bıraktıktan sonra havalimanlarının bence en eğlenceli, en keyifli, en kafa dağıtıcı ve de en renkli yeri olan “Duty Free”lere geçmek için pasaport kontrolüne geldik. O parfümü kokladık, bu kremi denedik, sabah sabah içkilerden tadalım filan derken uçağın kalkış zamanı geldi.
Fotoğraf 1
Uçakta yerlerimize oturduktan sonra yanımıza orta yaşlı bir hanımefendi oturdu. Heyecanımızı bastıramamış olsak ki kadıncağız bozuk Türkçesiyle bize Atina’da mutlaka görmemiz gereken yerleri, yapmamız gerekenleri ve tatmamızı tavsiye ettiği yiyecekleri söyledi. Bu keyifli sohbetin sonunda, koltuk cebindeki Aegean Airlines’a ait dergiyi ve ekine iliştirilmiş notu görünce heyecanımız bir kat daha arttı.
Fotoğraf 2
Eleftherios Venezuelos Havalimanı’na tam zamanında indikten sonra, gümrük ve pasaport kontrolü için sıraya girdik. Bavulları alıp çıktığımızda, Atina tam karşımızda bize “Kalimera” diyordu. Hemen metroya atladık ve Akropol istasyonunda indik. Sol tarafımızda kafeler, sağ tarafımızda ise büyük bir tepenin üzerinde Akropol bütün heybetiyle duruyordu. Sağ tarafı özellikle çok incelemeden yürümeye devam ettik. Hava çok sıcaktı. Eh madem acelemiz de yoktu, kafelerden birine oturup dondurma keyfi yaptık.
Fotoğraf 3
Sonra, otelimize geldik. Butik bir otel ve yeri de oldukça merkezi idi. Hemen bavulları atıp üzerimizi değiştirip, taktık sırt çantalarını, aldık şapkaları Akropol’e doğru yürüyüşe geçtik. İki Arkeolog Atina’daydı ve Akropol’e çıkıyorlardı. Acaba kaç saatte inebileceklerdi? Biletlerimizi aldık ve tırmanmaya başladık. Kuşbakışı tiyatro binasına bakarak bol bol fotoğraf çekip, yolumuza devam ettik.
Fotoğraf 4
Propylaia (giriş kapısı) dan geçip, tam tepeye çıktığımızda Parthenon bütün ihtişamıyla karşımızda, sağ tarafta yükselmekteydi. Önünde kocaman bir vinç vardı.
Fotoğraf 5
Parthenon, tabanında daha önceki dönemlere tarihlenen bir Athena Tapınağı’nın üzerine M.Ö. 5. yy’da inşa edilmiş. Mimari olarak bakıldığında, Dor stilinde yapılmış olan yapının dış cephesinde yer alan mimari heykeller, döneminin en önemli yapıtları arasında yer alıyor. Atina Demokrasisinin, Atina şehrinin ve Antik Yunan medeniyetinin sembolü olarak kabul edilen yapının bir diğer özelliği de Atina şehrine ait olan hazinenin saklandığı yapı olması (https://tr.wikipedia.org/wiki/Partenon).
Fotoğraf 6
Fotoğraf 7
Günümüzde, Parthenon’un mimari heykelleri, Akropol Müzesi’nde sergileniyor.
Artık Parthenon’un orasında resim, burasında resim, aman her ayrıntıyı çekelim filan derken saat ilerledi ve sıcak iyice bastı. Bu arada, Akropol’de çeşmeler mevcut ama yine de yanınıza su almayı ihmal etmeyin! Sıra geldi Erektheion’a. En önemli özelliği, kadın figürü şeklinde ve “Karyatid” olarak adlandırılan bu sütunların üzerlerindeki kıyafetlerin drapelerinden tutun da, yüzlerindeki ifadenin derinliğine kadar tüm detaylarını hem kitaplardan okuyup, hocalarımızdan da derste dinlemiştik ki, binanın diğer kısımları hiç ilgimizi çekmedi desek yalan olmaz.
Fotoğraf 8
Kısaca bilgi verecek olursak; yapı aslında başta Athena, Poseidon, Hephaestus gibi Yunan Tanrıları’nın yanı sıra, aynı zamanda da Atina şehrinin ilk krallarına atfedilmiş ve İyon düzeninde yapılmış olan, M.Ö. 406 yılında tamamlandığı tahmin edilen bir yapı. Doğu tarafı Athena’ya, batı tarafı da Poseidon-Eraectheus, Hephaestus ve kahraman Boutes’a adanmış. İşte asıl az önce bahsettiğim Karyatidler, binanın güney tarafında yer alıyor. Altı tane olarak yerleştirilmiş olan bu sütunların orjinallerinden beş tanesi Akropol Müzesi’nde, altıncısı ise British Museum’da sergileniyor. Bunların yerlerine yine aynı yapı malzemesi kullanılarak birebir kopyaları yerleştirilmiş. Aslında Akropol’ün üzerinde ve tam aşağısında (mesela yukarıdan bakınca muhteşem görünen Olympian Zeus Tapınağı)
Fotoğraf 9
birçok antik yapı yer alıyor. Bir kısmını gezdik ama hem Akropolis Müzesi’ni gezmek için zamanımız kalmıyordu, hem de beynimiz piştiği için hepsine zaman ayıramadan aşağıya doğru inişe geçtik. Akropol Müzesi, Atina’nın merkezinde yer alan oldukça modern ve büyük bir müze. Bahçesinde; daha doğrusu müzenin zemininde bir antik yerleşim olduğu için müze binasını in situ; yani kalıntıları bulundukları yerde muhafaza ederek inşa etmişler.
Fotoğraf 10
Akropol Müzesi, önce Atina Akropolü üzerinde kurulmuş, 2007 yılında da bugünkü yerine taşınmış. 14.000m2 lik bir sergi alanına sahip olan müzenin beş ana temadan oluşan sabit sergi salonları var. Akropol yamaçlarında yer alan kutsal alanlardan gelen Arkeolojik buluntuların sergilendiği salon, Arkaik Dönem Athena Tapınağı’na ait mimari heykellerin bulunduğu galeri, Parthenon’un tüm mimari heykellerinin yer aldığı ve aynı zamanda da yapı ile ilgili bir videonun da izlenebildiği Parthenon Galerisi
Fotoğraf 11
Fotoğraf 12
Klasik Dönem Akropolis’te yer alan Athena Nike Tapınağı, Propylaia (giriş kapısı) ve Erektheion’dan gelen heykelleri (Karyatidler) görebildiğiniz galeri, müzenin ana kısımlarını oluşturuyor. Ayrıca, müzenin 1. katında da orijinalleri antik Yunan’a tarihlenen, Roma Dönemi’nde de mermer kopyaları yapılmış olan üç boyutlu heykellerin yer aldığı sergi salonu da var (http://www.theacropolismuseum.gr/en). Müzenin giriş ücreti 5 Euro. Fotoğraf çekmek müzenin her yerinde mümkün değil ve bu kurala çok dikkat ediyorlar; bizden söylemesi. Müzeden çıkınca M.Ö. bilmem kaçıncı yüzyıldan, M.S. 21.yüzyıl 2014 yılına ışınlanmış gibi olduk. Eğer bir gün bu anlattıklarımızı ziyaret ederseniz belki sizler bizden daha çok ya da daha az etkileneceksiniz ama; inanın bizim için anlamı çok başkaydı.
Sonra, baktık daha hava aydınlık, biraz yürüdük ve Atina’da şehir turu attıran trenler olduğunu fark ettik. Böyle yanları açık, kırmızı trenler yapmışlar.
Fotoğraf 13
Monastraki’den başlıyor, belli başlı semtleri dolaştırıp yine Monastraki’de bırakıyor. Ayaklarda derman kalmayınca atladık trene.
Fotoğraf 14
Atina’nın en meşhur meydanı olan Syntagma ve burada bulunan resmi binaların önünden geçtik.
Fotoğraf 15
Turun sonunda çok acıkmıştık. Yorgunluğu atıp, enerjimizi toplayıp geceye devam etmeliydik! Efendim, uçaktaki teyzenin tavsiyesine uyarak “Souvlaki” yemeğe karar verdik. Bu souvlaki denilen yemek, aslında bir çeşit kebap. Et, tavuk ya da domuz etiyle yapılıyor. Dürüm olarak lavaşa sarıp içine de patates kızartmasını bastıktan sonra elinize alıp yiye yiye Yunanistan sokaklarında yürüyebileceğiniz gibi, porsiyon olarak da servis ediliyor. Eh birer de “Alfa” bira ısmarladık yanına. Yemeğimizi, Plaka’daki ara sokaklardaki restoranlardan birinde yedik. “Nasıldı?” diye soracak olursanız, bize çok yabancı olan bir lezzetten değil. Gidince mutlaka yenmesi gerek! Fiyatları da makul. Biralar çok ucuz biralar! Ve de çok lezzetli! “Alfa”, “Mythos” ve “Fix” Yunanistan’ın en meşhur biraları. “Alfa” bizden tam not aldı. Sırayla diğerlerini de deneyeceğiz.
“Selam sana Atina Geceleri”! Atina’da “Barlar Sokağı” diye bir yer var. İrili ufaklı, çeşit çeşit müzik yapan barlar bulunuyor burada. Dışardan bakıldığında rengârenk şişelerle dolu rafları olan bir bara girdik.
Fotoğraf 16
Mönüye baktığımızda ise; adları çok çılgın shot kokteyllerle karşılaştık. “Brain Damage”, Knock Out” bunlardan bazıları. Ha bir de Yunanistan’a özgü kokteylleri var ki onların da isimleri süper düşünülmüş. “Themistocles”, “Spartan” ,“Acropolis Martini”, “Zeus” gibi. Onu denedik, bunu denedik ve en son “Brain Damage” içip, hotelin yolunu tuttuk.
Fotoğraf 17
(Bu noktada bir parantez açacağım: Hande yaptı yapacağını daha komşu topraklara gelmeden. Günlerden bir gün iş yerinde deli gibi koştururken aradı beni ve “Ayşe ben bir halt ettim; Atina’daki ikinci gecemizi yaktım ve Santorini’den bir oda kapattım” dedi. Sanırım birkaç saniye sessiz kalmış olmalıyım. O sırada gözümün önünden Ege Denizi’nde Santorini’nin yerini ve nasıl gideceğimizi düşünüyordum. “Hııı… E o zaman dur ben de Piraeus Limanı’ndan kalkan feribotlara bakayım” dedim. En hızlı feribot beş saatte gidiyordu ama aldık biletleri 🙂 )
Resepsiyondaki kıza sabah 07:15’te Piraeus Limanı’ndan kalkacak olan feribotla Santorini’ye gideceğimizi ve sabah kaçta limanda olmamız gerektiğini, nasıl gideceğimizi filan sorduk. Kızcağız önce bizimle Türkçe konuşunca şaşırdık! Meğer aile büyükleri Türkiye’den gitmişler ve kendisi de Türkçeyi çok seviyormuş. Sonra bize, 07:15 feribotu için en az bir saat önceden limanda olmamız ve bunun için de otelden sabah en geç saat 05:45’de ayrılmamız gerektiğini, limana da o saatte ancak taksiyle gidebileceğimizi söyledi. “Endişelenmeyin ben taksinizi ayarlıyorum. Sabah için size atıştırabileceğiniz bir şeyler hazırlatacağım.” dedi. Hemen odaya çıkıldı, sırt çantaları döküldü, içlerine gerekli olabilecek ıvır zıvır tıkıldı. Ve aceleyle uykuya dalındı.
Yaklaşık üç buçuk saat sonra iki alarm ve bir telefon uyandırmasıyla resmen zıpladık yataktan. Hop iki lokma bir şeyler yedik, hatta feribotta da yeriz diye yanımıza da birkaç kurabiye aldık ve tam o sırada taksimiz geldi. Piraeus Limanı’na vardığımızda, daha önce internetten almış olduğumuz biletlerimizi bastırmak için bilet ofisine gittik. Biletler hakkında kısaca bilgi vermek gerekirse; biz Hellenic Seaways ile gittik Santorini’ye. İnternet siteleri oldukça kolay anlaşılır ve açıklayıcı bilgilerle dolu (www.hellenicseaways.gr). Atina-Santorini arasında bir normal, bir de hızlı feribot var. Biz hızlı olanından bilet aldık ki, bu bile ortalama beş saat sürüyor. Bilet fiyatları da 60 Euro civarında . Ios diye bir başka adaya daha uğrayıp, sonra Santorini’ye geçiyor. İşlemlerimizi yaptırdıktan sonra, Yunanların “Greek Frappe” dedikleri soğuk kahveleri var.
Fotoğraf 18
Birer kahve alıp, feribotun kalkış saatini beklemeye başladık.
Fotoğraf 19
Fotoğraf 20
Limandan hareket ettikten sonra uyumak için çabalasak da yol boyu feribot fena salladı. 5 saat sonra Santorini’nin feribot limanı olan “Athinios”a vardık. Baştan söyleyelim; iner inmez öyle mavi damlı, beyaz badanalı yapılar filan yok. Bayağı kayalık, fazla yerleşim olmayan bir limana iniyorsunuz. Hatta “Nereye geldik yahu?” diye düşünebilirsiniz. İnince karşınızda bir sürü araç kiralama ofisleri, taksiler, dolmuşlar filan çıkıyor. Araba kiralayacaksanız önceden internetten de ayarlayabilirsiniz ama biz gidince bakarız diye düşünüp geldik. Önce, otelimizin olduğu Kamari’ye gitmek için dolmuşa bindik. Dolmuş, Santorini Limanı’ndan yukarı doğru kıvrıla kıvrıla çıkan yoldan geçip, adanın farklı yerlerinde durup yolcu indiriyor. İndiğimiz limana göre bakarsak, adanın öteki kıyısında yer alan Kamari’ye yakın bir noktada adam bizi indirdi. Öğlen sıcağında başladık yürümeye. Sahile indiğinizde bir tarafınız deniz ve restoranlar, diğer tarafınız da oteller ve minik dükkânlar var. Kalacağımız otel, Poseidon Beach Hotel-Kamari (www.poseidonhotelsantorini.com.gr) idi ve odada bize ufak bir “Hoş geldiniz” mesajı bile bırakmışlardı.
Fotoğraf 21
Hemen check-in yapıp, doğru denize koştuk. Sahildeki kumlar; yani ufacık çakıl taşlarının tamamı simsiyah. M.Ö. 1500’lü yıllarda adanın tam karşısında yer alan Thera Yanardağı püskürmesinin (Minos Patlaması olarak da bilinir) etkisi. Öyle bir patlama ki; adanın 73km2 lik bir alanı da deniz altında kalmış (https://tr.wikipedia.org/wiki/Santoron). Deniz, şahane! Deniz efsane! Deniz pırıl pırıl! Oh be! Güzel bir deniz sefasının ardından, tam yanı başımızdaki restoranda gittik.
Fotoğraf 22
Adı; Taverna Saliveros (https://www.facebook.com/saliverossantorini/?fref=ts). Müthiş tatlı, misafirperver ev sahipleri vardı. Bir aile restoranı. Baba, Türkiye’den geldiğimizi öğrenince, bizimle Türkçe konuşmaya başladı. Onun da ailesi mübadele ile Yunanistan’a gelmiş. Dedesi ve babaannesi Türk’müş. Kızları var; Anastasia isminde ve herhalde on beş yaşında filan olmuştur şimdi. Kızcağız tam bir İstanbul aşığı! Hemen bir Grek salata, cacık ve birer de bira söyledik. Baba, bize araç kiralama konusunda yardımcı oldu. Ertesi gün sabah arabayı teslim etmek üzere bizden yarı ücret alarak bir araba bulduk. Gün batımını “Oia” dan seyredecekmişiz. Biz, adanın neredeyse en güney ucundaydık, Oia semti ise; en kuzey noktasında. Tırmandık, tırmandık, sonunda Oia’ya varıp otoparka bıraktık arabamızı.
Fotoğraf 23
Başladık insanların peşinden yürümeye. Bu arada Kamari ne kadar sakindiyse, Oia da bir o kadar kalabalıktı. Etrafınızda sağlı sollu bir sürü hediyelik eşya dükkânları ve kafeler var. Ama buradaki fiyatlar, Kamari’de ya da adanın bir başka semtindeki fiyatlardan oldukça fazla. Sahile yürüdükçe o resimlerde gördüğümüz mavi damlı beyaz badanalı yapılar belirmeye başladı. Daha sonra bunların kiliseler ya da şapeller olduğunu da öğrendik.
Fotoğraf 24
Manzara gerçekten şahane! Ege Denizi uçsuz bucaksız maviliğiyle karşımızdaydı. Kalabalığı size tarif etmemiz mümkün değil. İnce bir patika yol var. Herkes oraya sıralanıyor. Çin Seddi gibi.
Fotoğraf 25
Herkesin elinde selfie çubukları, fotoğraf makinaları, yer bulup kurabilen tripod kurmuş filan. Şahane bir manzara ve güneş batımı izledikten sonra yavaş yavaş geri dönüşe geçtik.
Fotoğraf 26
Acıktık ve artık yorulduk. Arabamıza binip Kamari’ye doğru yola çıktığımızda tek üzüntümüz, Santorini’deki antik şehir Akrotiri’yi görecek zamanımızın kalmamış olmasıydı. Neyse, arabayı park edip, doğru Taverna Saliveros’a gittik. Geldikçe geldi, yedikçe yedik. Lezzet üstü bir dünyaya yolculuk ediyorduk resmen. Birer de Mythos; yani Yunanların en meşhur biralarından birinden söyledik.
Fotoğraf 27
Muhteşem bir ziyafetin sonunda baba dedi ki “Burada hayat az sonra biter. Eğer gece hayatını görmek istiyorsanız, Fira’ya gitmelisiniz”. Otobüsle gidebilirsiniz ama dönüş taksiyle oluyor. Adanın coğrafi yapısı gereği, bütün binalar inişli çıkışlı. Yokuşun hem üstünde, hem de merdivenle inilen mekânlar var. Fena kalabalıktı ortalık. “Hangi müziği beğenirsek girelim içeri” dedim. Hakikaten de çok sevdiğimiz bir şarkıyı duyup bir yere attık kendimizi ve bütün geceyi orada geçirdik.
Fotoğraf 28
Video 1
Çok eğlendik. Ayağımızda parmak arası terlikler, birer şort, t-shirt filan dünya umurumuzda değildi. Bar kapanana kadar kaldık. Sabaha karşı saat 05:00’miydi, 06:00’mıydı neydi otele geldik taksiyle. İki saat ya uyuduk ya uyumadık kalktık. Ne yani? Geri mi dönüyorduk şimdi? Off! Check-out yapıp fırladık otelden. Önce arabayı teslim ettik. Sonra taksi bulup limana gittik. “Hadi kalalım, yok yok dönelim” filan derken feribotta bulduk kendimizi.
Fotoğraf 29
Piraeus Limanı’na yanaşırken uyandık ve “rüya bitti mi?” diye birbirimize baktık. İnince Piraeus Limanı’nda bulunan sahildeki şirin cafelerden birine oturduk. Burada dondurmalar efsane! Ama bir porsiyonu üç kişilik resmen 🙂 bizden söylemesi.
Fotoğraf 30
Piraeus Limanı, oldukça büyük. Bir sürü ara sokağa girip, günlük hayata dair bir takım gözlemler yapmak istedik. Saatlerce yürüdük sanırım. Gerçekten bize çok benziyorlar. Kapıların önünde otumuş sohbet eden komşu kadınlar, kurutulmak üzere balkonlara asılmış biberler, erkeklerin oturduğu kahvehaneler… Çok keyifli bir yürüyüşten sonra, akşamüstü taksiyle şehir merkezine döndük. Yemek için bu sefer otelin yakınında bir restoranda gittik. Burası da butik bir pizzacıydı. Bu sefer de birer kadeh Yunan şarabı ve pizza yiyip, gece son defa Atina’ya ve Akropol’e bakmak için hafif bir yürüyüş yaptıktan sonra otelde sanırım yorgunluktan bayıldık.
Fotoğraf 31
Atina’daki son günümüz… Akşam İstanbul’a dönüyoruz… Fakat henüz yapacaklarımız bitmedi. Ulusal Arkeoloji Müzesi var daha gezilecek! Koştur koştur metroya atladık, doğru müzeye.
Fotoğraf 32
Fotoğraf 33
Yunanistan’ın en büyük müzesi ve içerde 11.000 civarında Prehistorik çağlardan Geç Antik Dönem’e kadar tarihlenen Arkeolojik eser sergileniyor. Öyle ki, sadece kıta Yunanistan’dan bulunan eserler değil, adalardan, Mısır’dan ve Orta Doğu’dan gelen eserler var burada. Seramik kaplardan tutun da, heykellere, metal objelere varan eserler sergileniyor (http://www.namuseum.gr/wellcome-en.html). “Of! Bu ne?”, “Ayşe bak burda ne var?”, “Hande, bunu tanıyormusun?” diye diye gezdik.
Fotoğraf 34
Fotoğraf 35
Yunan’lar, kültürel miraslarına öyle bir sahip çıkıyorlar ki! Çok etkilendik. Şüphesiz Arkeolog olmamızın etkisi var ama eğer sizin de biraz tarihe merakınız varsa etkilenmemeniz mümkün değil. Müzenin girişi 5 Euro ve tüm müzede fotoğraf çekebiliyorsunuz. Atina’ya gelirseniz bu müzeyi görmeden dönmeyin!
Müzeden çıktık, metroya kadar koşup, otele de depar attık. Bavulları kapıp, tempoyu hiç bozmadan, havalimanına giden metroda bulduk kendimizi. Hakikaten; Atina’ya üç günlüğüne gelip, bir gününü de onca yolu giderek Santorini’de geçiren ve bu kadar eğlenen birileri var mıdır bilemiyoruz ama, biz hiç dönmek istemiyorduk. Yapılacak çok şey, gezilecek çok yer ve tanışılacak onca dost vardı… İçeri girdik. İkimizin de ağzını bıçak açmıyordu resmen. Pasaport kontrolünden geçip, duty freelere daldık. Elimizde kalan bozuk paralarla Yunanistan’a ve Atina’ya anahtarlık, kupa filan alıp uçağa doğru isteksizce yürüdük. Hostesler “Kalimera”, “Yaaa sas” diyerek bizi karşıladılar içimizde ne kıyametler koptuğunun farkına varmadan. Aklımızda ve kalbimizde ilk Yunanistan gezimize ait hatıralarla, yeni rotamızı belirlemek üzere daha uçak yere inmeden çalışmalara başladık.
Fotoğraf 36
Hoşçakalın! Ya sas!
Ayşe & Hande