Goncagül Haklar, Mart 2019
En renkli rüyamdı sakura mevsiminde Japonya’ya gitmek. Pembe narin kiraz çiçeklerinin süslediği kendine has mimarisinin yanı sıra saygı uyandıran kültürü ile Japonya beni her zaman cezbetti. Bizim 8 günümüz vardı ama aslında bu bambaşka ülkeyi kuzeyinden güneyine gezmek için 1 yıl bile yetmez diyor kaynaklar. Herkesin hem fikir olduğu ise bu ülkeye ilk görüşte âşık olunacağı. Ben de gitmeli, görmeli, tatmalı, dokunmalı, koklamalı ve kendi kararımı vermeliydim.
Japonya ile ilgili ilk yazımda gezimin Kyoto, Miyajima ve Hiroşima bölümünü paylaşacağım. İkinci yazım ise Nara, Hakone ve Tokyo bölümü olacak. Japonya’da yaşam koşulları ve genel alışkanlıklar ile ilgi ayrıntıları ikinci yazıma bırakarak tarih ve görsellik açısından daha zengin olan ilk bölüme başlıyorum.
Japonya ile ilgili ikinci yazıma buradan ulaşabilirsiniz.
Japonya’da Japonca bilmeden var olmak ne yazık ki pek kolay değil. İngilizce bilme oranı oldukça düşük, bilenler de o kadar aksanlı konuşuyor ki anlamak gerçekten zor! Yönlendirme tabelalarında İngilizce kullanımı kısıtlı, buna karşın metrolarda hem Japonca hem de İngilizce anons yapıldığı için durakları rahatlıkla takip edebiliyorsunuz. Genelde gezilerimi kendim organize ederim ama Japonya’da bunun pek kolay olmayacağını düşündüğüm için kendimi bir işi bilene emanet ettim. 1001 İstanbul ekibinden Pembe Özdemir’in bizi Japon gibi yaşattığı, Japon gibi gezdirdiği, Japon gibi yedirip içirdiği ve tamamen hayatın içine entegre ettiği inanılmaz deneyimler ile dolu muhteşem bir gezi ile masalsı Japonya’yı fethettik.
Japonya için ideal gezi zamanı sakura mevsimi yani mart sonu nisan başı dönemindeki 2-3 hafta. Bu dönemde Japonya pembe beyaz bir gelin gibi oluyor. Japonca bir kelime olan sakura “kiraz çiçeği” demek. Meyve vermeyen bu kiraz ağaçlarının 200’den fazla çeşidi bulunuyormuş. Sakura’nın Japon kültüründe çok özel bir anlamı var. Çiçekleri ağır ağır açıyor ama çok çabuk dökülüyor. Hem hayatın başlangıcını yani baharı müjdeliyor hem de kaçınılmaz sonu simgeliyor. Daha solmadan en güzel halindeyken dallarından düşmesi sebebiyle Japonlar için ölüm ile yaşamın birlikteliğini ifade ediyor, her güzel şeyin bir sonu olduğunu hatırlatıyor. Sakura dönemi Japonya’yı ziyaret edebileceğiniz en pahalı zaman. Daha hesaplı olmak isteniyorsa Haziran’ın ortasına kadar olan dönem veya Ekim ortasından Kasım ortasına kadar olan dönem de tercih edilebilir. Ekim ortasından Kasım ortasına kadar olan dönemde gidilirse, turuncunun her tonuna rastlanabilecek harika bir güz dönemi gezginleri karşılıyormuş.
Ülkede genel olarak hâkim din Şintoizm ve Budizm. Japonya’ya özgü, eski ve yerli bir din olan Şintoizm Tanrıların yolu anlamına geliyor ve hem ata ruhlarına tapınma hem de doğal dünya ile uyumu vurguluyor. Japon inanışına göre 8 milyondan fazla Tanrı var ama doğa ve ataların ruhları hepsinden daha üstün. Ruhların doğada yaşadıklarına inandıkları için doğaya çok saygı duyuyorlar. Taş, toprak, su dahil her şeyin bir ruhu olduğuna inanıyorlar. Sonraki hayattan çok şu andaki hayata önem veriyorlar. Şintoizm dininin esası iyilik temelleri üzerine kurulu. Yani Japonlar iyilik yaptıklarında bir nevi ibadet ediyorlar.
Budizm ise 6. yüzyılda Asya kıtasından Japonya’ya yayılmış bir ruhani aydınlanma ve kurtuluş öğretisi. Başlangıçta Hindistan’dan çıkmış olmasına rağmen Budizm Güneydoğu Asya ülkelerinde çok yaygın. Japonya’da yaygın olan Zen Budizmi ise bir felsefe ve temelinde meditasyon, bilgelik, kendini tanıma, gereksiz düşüncelerden arınma ve kendini yenileme yatıyor. Bu felsefe ile bezenmiş tapınak ve bahçelerde din adamları bu felsefeyi gelecek nesillere aşılıyorlar.
Japonya’nın nüfusu yaklaşık 130 milyon ama yüzölçümü ülkemizin yarısı kadar. Bu yüzden nüfus yoğunluğu bize göre daha fazla. Ülkenin %70’i dağlardan oluşuyor. Her sene 1,500′ den fazla deprem oluyor. Hatta onlarca kasırga ve fırtına da bu ülkeyi her sene vuruyor. Ayrıca ülkede 200 tane yanardağı bulunuyor.
Japonya’da M.S 1. yy’den itibaren yaşamın başladığına inanılıyor. İlk hükümetin ise 8 yy’de Nara şehrinde kurulduğu biliniyor. Sonrasında ise Kyoto’da başka bir hükümet kurulmuş. 6852 adadan oluşan Japonya’nın adını oluşturan kanji karakterleri “güneş” ve “köken” anlamına geliyor. Bu yüzden de “Doğan Güneşin Ülkesi” deniyor buraya. Kuzeyde Güney Kore, batı da ise Çin komşuları. Ülke parlamenter monarşi ile yönetiliyor ve dünyanın en büyük üçüncü ekonomisi.
Tarih sahnesindeki önemi ise 2. Dünya Savaşında Hiroshima ve Nagasaki şehirlerine atılan atom bombası ve sonrasında yok olan hayatlar, umutlar, koca bir ülke… Bu dönem sonrası zaten genlerinde var olan hırs ve disiplin, savaştan çıkardıkları dersin tetiklemesiyle daha da pekişmiş. Eski teknolojiye sahip olan fabrikaların yerle bir olmasıyla, yepyeni özelliklere ve daha modern teknolojilere sahip olan fabrikalar kurmuşlar. Bu süreçte devlet ve özel sektör beraber çalışmış. Tabi bu yeniden kurulma sürecinde, ABD’de destek vermiş. Ülke yeniden inşa edilirken, sadece sanayi ve endüstriye yoğunlaşmamışlar. Eğitimi de aksatmayarak modernleşme sürecini birlikte yürütmüşler. Bu nedenle, dünyanın en yüksek eğitim oranı (okur-yazar oranı neredeyse %100) ve eğitim standartları ile, teknolojinin uyum içerisinde ilerlemesini sağlamışlar. Ulusal bütçenin %12’sini eğitime ayırılıyor. Okullar öyle disiplinli öyle planlı ki, bu hem eğitim hayatlarını hem de iş hayatlarını etkiliyor. Hatta okullarda öğretmenler ve öğrenciler hala hem sınıfları hem de kafeteryaları birlikte temizliyorlarmış. Bunun amacı her daim disiplinli ve grubun bir parçası olma güdüsü ile takım arkadaşları ile beraber hareket etmeyi öğrenmek. Böylece sorumluluk duygularının pekişmesinin yanı sıra bireyler kendi yaptıklarının sonucuna kendileri katlanacaklarını öğreniyorlar. Küçük yaşta pekişen sorumluluk ve bilinç kavramları gelecekte de aynen bu kültür ve eğitim çerçevesinde ülke ve şirket yönetimini yani meslek özenini titiz ve özenli bir şekilde yürütmelerini sağlıyor.
Japonca dilinin 4 ayrı alfabesi var. Bunlarda toplam 2928 resmi içeren karakter hatta daha fazlası varmış. Kendi dillerinde hitap edilmesi çok hoşlarına gidiyor. Bu nedenle bu güzel insanlara kendi dillerinde birkaç şey söylemek istersiniz belki?
Ohayoo=Günaydın
Konbanva=İyi akşamlar
Konniçiva=Merhaba
Sayoonara=Hoşçakal
O genki des ka=Nasılsınız?
Genki des= İyiyim
Hay=Evet
İye=Hayır
Arigatoo= Teşekkürler
1.GÜN = JAPONYA’YA VARIŞ
THY’nın İstanbul ile Tokyo arasında karşılıklı seferleri var. Asiana Airlines da bir diğer alternatif. Gezi dinamiği açısından Kyoto’dan başlamak ve Tokyo ile bitirmek daha uygun. Bu nedenle biz de Seul aktarmalı olarak Osaka’ya uçtuk ve karayolunda yaptığımız 1.5 saatlik bir yolculuk ile Kyoto’ya vardık. Osaka’dan hızlı tren ile 30 dakika mesafede olan Kyoto, Osaka’nın bir semti gibi aslında. Tokyo’dan da Shinkansen hızlı treni ile 2.5 saatte de Kyoto’ya ulaşılabiliyor.
Rehberimizin Pembe Hanım Kyoto’da konaklama için Shin (Yeni) Miyako Otelini tercih etmişti. Otelimiz hemen istasyonun karşısında olduğu için sonraki günlerde gideceğimiz yerlere kolaylıkla ulaştık ve kendimizi Japonya’da hayatın bir parçası olarak hissettik.
2.GÜN = KYOTO
Japonya’nın Kansia bölgesinde yer alan Kyoto, Tokyo’dan önce Japon İmparatorluğuna 1100 yıldan fazla başkentlik yapmış. Ülkenin kültür başkenti olan şehrin Japoncadaki anlamı “başkentlerin başkenti”. Dünyanın en iyi şehri seçilen Kyoto atom bombalarından etkilenmediği için ülkenin en tarihi şehri olma özelliğini korumayı başarabilmiş (şehrin büyüleyici tarihi güzelliklerini gören ABD yönetimi atom bombasını ve hava bombardımanı planlarını iptal etmiş). Öylesine güzel korunmuş ki, günümüzde 400 Şinto ve 2600 Budist Tapınağı’nın bulunduğu Kyoto tüm heybeti ve güzelliği ile gezginleri karşılıyor.
Gezimizin en güzel etkinliklerinden biri olan kimono giyme ile güne başladık. Oldukça renkli anların ve ilginç diyalogların yaşandığı ve hayatta bir kez yaşanabilecek inanılmaz bir deneyimdi. Japonların geleneksel kıyafeti olan kimono özel anlamlar taşıyor. Evli bayanlar uzun, bekarlar ise kısa kollu kimono giyiyor. Yirmi yaşına basan Japon kızlar aile içinde yapılan özel bir kutlama töreni ile kimono giyiyorlar. Önce rengarenk kimono dünyasından gönlümüze uyanı seçtik. Kimono giyme oldukça zahmetli bir süreç. Kendileri tek başlarına nasıl giymeyi başarıyorlar bilmiyorum ama bizim özel giydiricilerimiz vardı. Öncelikle beyaz poplin içlikler giyiliyor. Kimi sadece üst, kimi sadece alt, kimi ise tam boy olan bu 5 kat içlikten her biri vücudunuzu sarılıyor ve sıkıca bağlanıyor. Sonrasında ‘hauru’ adı verilen renkli üst giyiliyor. Bunu üzerine 25 cm genişliğinde göğüs kafesinizi ve ön bedeninizi kaplayan plastik bir parça yerleştirilip üzerine kemer takılarak sıkılıyor. Ayağınıza çorap ile giydiğiniz parmak arası terlik ve saçınıza taktığını çiçek ile tablo tamamlanıyor. Bu andan başlayarak daracık etekleriyle mini mini adımlar atan dimdik duruşlu kimonolu Japon kadınlarından biri oluveriyorsunuz.
Birçok yapının ve tapınağın UNESCO Dünya Mirası listesinde olduğu Kyoto’da ilk hedefimiz şehre tepeden bakan ünlü Budist tapınağı olan Kiyomizudera oldu. Kimonolarımız ile birlikte gezdiğimiz için oldukça ilginç bir deneyim yaşadık, hatta turistlerin ilgi odağı olup bolca poz verdik. Kiyomizudera Tapınağı Otowa Şelalesinin yanında 780 yılında kurulmuş ve 1994 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine dahil edilmiş. Ana tapınağın önündeki geniş ahşap balkon sakuralar ile renklenmiş muhteşem bir vadi ve bitiminde Kyoto şehri görüntüsü sunuyor. Ana Tapınak bölümünün arkasındaki Jishu Tapınağı ise aşka adanmış. Birbirinden 18 metre uzaklıkta yerleştirilmiş iki taştan birinden diğerine gözlerinin kapalı olarak gidebilirseniz hayatınızın aşkını bulmak konusunda şans elde edeceğinize inanılıyor. Otowa Şelalesi ise ana tapınağın hemen altında yer alıyor. İnce 3 ayrı kol şeklinde akıyor; birinci kolun uzun yaşam, ikincisinin okul başarısı ve üçüncüsünün aşk getirdiğine inanılıyor. Uzun saplı bambu kaplarla bu 3 koldan tercih edeceğiniz birinden su içebiliyorsunuz. Üçünden de içerseniz haris ve aç gözlü olduğunuza karar veriliyor. Kompleksteki diğer tapınaklar arsasında Shaka Budasına ve Amida Budasına adanmış tapınaklar, gezginlerin ve çocukların koruyucusu 200 minik Jizo heykelciğinin bulunduğu sunak, ziyaret eden gebelerin kolay doğum yapacağına inanılan 3 katlı Koyasu Pagoda’sı, Buda’nın annesine adanmış Zuigudo Konağı gibi pek çok önemli yapı bulunuyor. Tapınakların girişlerinde cüzi bir fiyata dileğinizi Japonca olarak yazdırıp ve bunları dilek ağaçlarına asmanız mümkün. Ayrıca tapınakların girişindeki çeşmelerden bambu kaşıklar ile su içmek ve elleri yıkamak adeti var. Kiyomizudera’nın bulunduğu Higashiyama Bölgesi gezme ve alışveriş açısından oldukça renkli bir bölge.
Kiyomizudera ve Higashiyama bölgesinde geçirdiğimiz 2 saat sonrasında kimonolarımızı çıkarttık. Öğle yemeğimizde geleneksel Japon lezzetlerini Japon usullerine göre hazırlanmış yer sofrasında tattık. Mürekkep balığı, patlıcan, farklı turşular, daha önce hiç yemediğimiz sebzeler, ramen ve pilav. Tatlı olarak macha’lı dondurma. Japon yemeklerini her zaman sevmişimdir.
Sonraki hedefimiz Nijo Kalesi idi. Japonya’da tapınaklarda dahil pek çok yapıya ayakkabısız giriliyor. Bu nedenle rahat giyip çıkarabileceğiniz bir spor ayakkabı tercih etmenizde ve ayağınızı üşütmeyecek tarzda bir çorap giymenizde fayda var. Edo döneminin ilk ‘shogun’u olan Tokugawa Ieyasu’nun Kyoto’daki evi olan ve 1603 yılında yapılan Nijo Kalesi 23 yılda tamamlanmış. Bir dönem imparatorluk sarayı olarak da kullanılmış, ama şimdilerde halkın ziyaretine açılmış durumda. Türünde Japon feodal döneminin en iyi mimari örneklerinden biri olarak kabul edilen kale 1994 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesinde. Kalenin ana savunma hattı (Honmaru), ikincil savunma hattı (Ninomaru) ve bunları çevreleyen bahçeler olarak 3 bölümü var. Önce doğuda bulunan göl tarafındaki büyük kapıdan sonra da Çin tarzı Karamon kapısından geçilerek Ninomaru’ya ulaştık. Ninomaru Sarayı ‘shogun’un konaklaması için yapılmış. Saray birkaç binadan oluşuyor ve bu binalar koridorlarla birbirine bağlanmış. Bu koridorlara bülbül zeminli denildiğini çünkü güvenlik önlemi olarak biri yürüdüğünde gıcırdadığını okumuştum ama anlatan görevli bunun gerçek olmadığını zamanla zemin bağlantılarının gevşediğini söyledi. Sarayda bulunan odaların boyamaları güzellikleri ile göz kamaştırıyor. Her odanın farklı bir anlamı ve onunla uyuşan boyamaları var. Sarayın içinde fotoğraf çekimi yasak, bu muhteşem güzellikler sadece hafızamızda yerini aldı. Ninomaru Sarayı’nın dışında geleneksel bir Japon bahçesi ve göl bulunuyor. Honmaru Sarayı 18. yüzyılda büyük bir yangın geçirmiş ve yeniden yapılmış. İmparatorluk kullanımında olduğu için her zaman halka açık değil, ama bahçelerinde gezilebiliyor. Hem Honmaru hem de Ninomaru Bahçelerinde 400’e yakın kiraz ağacı var, Sakura mevsiminde de muhteşem bir görsellik oluşuyor. Kasım ayının ikinci yarısında bahçedeki akça ağaçlar, ginkgo ağaçları ve diğer ağaçlar sonbahar renkleri ile bezendiğinde ise bambaşka bir atmosfer oluştuğu da söyleniyor.
Günün üçüncü hedefi Kinkakuji (Altın Tapınak). Kyoto’nun kuzeyinde bulunan ve Kyoto’nun sembolu olan Altın Tapınak Kinkaku-ji pek çok kişiye göre Japonya’nın en güzel tapınağı. Her mevsim güzel olan, muhteşem bir bahçe ile çevrelenmiş bu tapınak altın kaplama çatısı ve duvarları ile fotoğrafçılar için adeta bir başyapıt. ‘Shogun’ Ashikaga Yoshimitsu’nun emekliliğini geçirdiği bu Zen tapınağının son 2 katı tamamen altın kaplı ve büyük bir gölün üzerinde yer alıyor. Defalarca yanan ve tahrip olan yapının mevcut hali 1955 yılından kalma. Her katın farklı bir mimari tarzı var; ilk kat Shinden tarzında doğal ahşap döşemeler ve tarihi Buda heykelleri ile döşenmiş, ikinci kat Bukke tarzında ve kral heykelleri var, üçüncü ve son kat Çin tarzında ve altın bir anka kuşu var. Gölün karşısından tapınağı gördükten sonra yürüyüş yolunu takip ederek tapınağın arka tarafını ve bahçelerini gördük.
Altın Tapınağın çok yakınındaki Ryöan-Ji Tapınağı’nda ise ünlü Zen Bahçelerinin en güzel örneklerinden birini görmek mümkün. Heian Dönemine ait bir aristokrat villası iken 1450 yılında Zen Budizm’in Myoshinji okuluna ait bir tapınak olarak düzenlenmiş. Çakıl taşları arasına dizilmiş 15 kayadan oluşan kaya bahçesinin güzelliği dillere destan. Bahçenin tasarımının ilginç bir özelliği, hangi bakış açısıyla bakılırsa bakılsın kayalardan en az birinin daima izleyiciden gizlenmiş olması. Eğer bahçede bulunan 15 taşın tamamını da aynı anda görebilirseniz Nirvana’ya ermiş olduğunuza inanılıyor. Bahçenin taşıdığı anlam tam olarak bilinmiyor. Adalar arasında yavrusunu taşıyan bir kaplan olduğunu söyleyen de var, sonsuzluğun soyut bir anlatımı olduğunu söyleyende. Bahçenin farklı bir dinginliği var. Duygu dünyanızın arındığını, ruhunuzun ferahladığını hissediyorsunuz. Bahçe baş rahip Hojo’nun evinden izleniyor. Evin içinde de pek çok resim, tatami odalarının kayar kapıları (fusuma) ve çevresinde birkaç küçük bahçe daha var.
Akşamımızı geleneksel ahşap evlerin hala korunduğu Gion semtininde geçirdik. Gion nehrin hemen yanı başında bulunan, büyüleyici daracık sokakları ve tasarım harikası Japon restoranlarının olduğu bir bölge. Ayrıca Geyşa (Geisha)’ları ile de ünlü. Geyşa sanatla yaşayan kişi demek. Geyşalık 12 yaşından itibaren başlayan sanat, müzik ve dans ile yoğrulmuş yoğun bir eğitim sürecini gerektiriyor. Aralarında bir kıdem sıralaması var. En kıdemlilere Geyşa deniyor ve Tokyo bölgesinde bulunuyor. Sonra sırasıyla Mayko ve Geyko’lar geliyor. Erkekler de geyşa olabiliyor ve bunlara “otoko geyşa” deniyor. Sürekli kimono giyerek dolaşmak zorundalar. Biz de Gion bölgesinde dolaşırken bir Mayko gördük. Maykoların eğitim aldıkları evleri ve o evde kaç Mayko bulunduğunu kapılardaki sembollerden anlayabiliyorsunuz.
Gece ışıklandırması ile Chion-in Tapınağı muhteşemdi. Tapınak 1234 yılınada yapılmış ama geçirdiği depremler ve yangınlar sonrası mevcut hali 17.yydan kalma. Tom Cruise’un ‘Son Samuray’ filminin önemli bir kısmı burada çekilmiş.
Akşam yemeğimiz için yerel lezzetlerin hepsinden tattık. Tempura’lar kesinlikle yağ çekmiyor ve çıtır çıtır. Macha’ya batırarak yemelere doyamıyorsunuz. Balıkların ve diğer deniz ürünlerinin en tazesi sashimi olarak önünüzde, öyle lezzetliler ki pişirip tatlarını öldürmeye ne gerek var? Başta lotus çiçeği olmak üzere sebzeler bir başka lezzetli. Pilav yanı başınızda, deniz ürünleri suyunda kendi kendine pişiyor. Benzer şekilde sıcak taş üzerinde gelen ‘wagyu’ etinizin pişme derecesinin kendiniz isteğinize göre ayarlıyorsunuz. Tatlı için tabii ki olmazsa olmaz ‘mochi’.
Akşam yemeği sonrası yağmur altında ışıklı Kyoto sokakları pek güzeldi.
Nara’ya gittiğimiz gün Kyoto’ya dönüşümüzde vaktimiz olunca Ginkakuji Tapınağı’na (Gümüş Tapınak) gittik. Shogun Ashikaga Yoshimasa tarafından 1482 yılında büyükbabasının yaptırdığı Kinkakuji Tapınağı’ndan (Altın Tapınak) esinlenerek yapılmış ve shogun’un ölümünden sonra 1490 yılında bir Zen Tapınağına dönüştürülmüş. Bahçe tasarımları, çay seremonileri, çiçek düzenlemeleri, seramik işçilikleri ve mimarisi ile dönemini oldukça etkilemiş. ‘Gümüş Kum Denizi’ olarak adlandırılan kum bahçelerinin güzelliği dillere destan. Adı Gümüş Tapınak olmasına karşın hiçbir zaman gümüş ile kaplanmamış. Altın Tapınağa ithafen bu ismin verildiği söyleniyor. Diğer bir söylem ise koyu lake kaplı ana binanın ay ışığında gümüş gibi parladığı.
Tapınağın hem yanı başında ise Filozof Yolu bulunuyor. İki tarafı sakura ağaçlarıyla kaplı 2 km.lik bu yolu ünlü filozof Nishida Kitaro meditasyon yaparken kullanıyormuş. Bir yakasında mimari olarak oldukça ilginç evler, diğer yakasında ise sanat atölyeleri, resim galerileri ve vintage eşya satan dükkanlar var.
Vaktiniz varsa Arashimaya bölgesine geçilebilir. Arashimaya bambu ormanı ve bu orman içinden geçen muhteşem yolu ile ünlü. Buraya kadar geldiyseniz bambu ormanının içinde bulunan 1930’larda yaşamış ünlü Japon film yıldızı Denjirō Ōkōchi’nin evi olan Ōkōchi Sansō mutlaka ziyaret edilmeli. Bugün bir müze olarak kullanılan bu ev inanılmaz bahçeleri, manzarası ve verdiği huzur ile Avrupa’da ya da Amerika’da görebileceğiniz konak ve saraylara göre çok farklı bir his yaşatıyor. Fushimi-Inari Tapınağı art arda dizilmiş binlerce tori kapısı ile ünlenmiş. Kyoto küçük bir şehir gibi görünse de tapınaklar arası mesafeler bir hayli uzun olduğu için akılcı bir rota izlemek lazım. Metro hattı olsa da Tokyo’da ki kadar gelişmiş değil çünkü Kyoto tarihi bir şehir. Bu arada teknoloji açıdan en gelişmiş ülkelerden biri olan Japonya’da beklenenin aksine halka açık ücretsiz internet ve wifi erişimi yok.
3.GÜN= MİYAJİMA ve HİROŞİMA
Sabah kahvaltının ardından kurşun tren ile Osaka’ya gittik. Orada tren değiştirip önce Hiroşima’ya ve oradan da feribot ile Miyajima adasına geçtik.
Miyajima Adası iskeleden başlayarak bizi kutsal ceylanları ile karşıladı. Pembe beyaz sakura cümbüşü buna eşlik etti.
Muhteşem Miyajima Adası, ülke genelinde görebileceğiniz en güzel 3 görselden birini vadediyor. En ilgi çekici olan ise Japonya’nın simgelerinden ‘Floating Torii’. UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan bu ünlü Şinto Tapınağı Kapısı (Kutsal Yol Kapısı) adaya yaklaşırken denizin ortasında tüm azametiyle gezginleri bekliyor. Miyajima’nın simgesi olan büyük Torii, ruhani ve insani dünya arasındaki sınır olarak biliniyor. Yüksekliği 16.6m. Yıllara meydan okumasının nedeni deniz tabanına gömülü değil kendi ağırlığı ile duruyor olması, birbirini destekleyen 6 dikmesi, kutu şeklindeki üst bölümünde her biri yumruk büyüklüğündeki 7 ton taş, dikmelerin ve çatının birleşimindeki şoku emen el yapımı özel takozlar ile deniz seviyesini güçlendiren çam kazıklar ve temel taşı. Kapının nar çiçeği renginin ise kötü ruhları uzak tuttuğuna inanılıyor. Kapı ve ait olduğu Itsukushima Tapınağı UNESCO Dünya Mirası Listesinde. Yapının bulunduğu alanda 6. yüzyılda da bir tapınak varmış ama mevcut tapınağın 16. yüzyılın ortalarından kaldığı biliniyor.
Ayrıca eski bir Şinto Tapınağı ve 5 katlı Pagoda da oldukça ilgi çekici.
Olmazsa olmaz iri istiridye Kai’nin tadına baktık. Pasifik istiridyelerini her zaman sevmişimdir. Avuç büyüklüğündeki irilikleri ile Kai’ler de oldukça lezzetliydi. Servis etmeden önce mangalda kısa bir süre tutuyorlar ve özel bir ekşi sos ile sunuyorlar.
Sonra Hiroşima’ya geri döndük. Öğle yemeğimizde Japon pizzası olarak tanımlanan ‘okonomiyaki’ yedik. ‘Teppenyaki’ denilen masalarda bulunan sıcak saçların üzerinde pişirilen arzuya göre ‘noodle’ veya ‘udon’ temelli olan bol soya filizi ile yumurta içeren ve arzuya göre sebze ve etlerle çeşitlenen Hiroşima’ya özgü okonomiyakiler oldukça lezzetliydi. Yemekten sonramızı ise Hiroşima’ya ayırdık.
Dünyanın ilk atom bombası atılan şehri olan Hiroşima’da bulunan müzeler insanın içini yakacak, canını sıkacak ve yüreğin parçalayacak nitelikte. Atom bombasının yerle bir ettiği bu şehir, 70 yıllık bir sürede ayağa kalkmış. Bugünlerde 1 milyondan fazla insanın yaşadığı Hiroşima’da mağazalar, üniversiteler, devasa pasajlar ve tertemiz nehirler var. Atom bombası sonrası hiçbir şey yaşamaz denilen yer burası mı diye şaşmaktan alamıyor insan kendini.
Osaka’dan Shinkansen trenleri ile 90 dakikada Hiroşima’ya ulaşılabiliyor. Şehrin gezilebilecek yerleri arasında ‘Hiroshima Peace Memorial Museum’ en önemlisi. Bomba şehrin 600 m üzerinde patlamış ve o anda sıcaklık 4000°C’ye ulaşmış. Patlama noktası ve şehirde geride kalan temsili yapılar maketi çok etkileyici, anında 70.000, ilerleyen zamanlarda 200.000 kişinin öldüğü biliniyor. Geride kalanlara “patlamadan etkilenen” anlamına gelen “hibakuşa” deniyormuş. Hala binlerce hibakuşa olduğu söyleniyor. Müzede, patlamanın etkisini gözler önüne seren fotoğraflar, geride kalan kıyafetler, saatler, notlar kısacası aklınıza gelebilecek birçok eşya, ibret olsun diye gözler önüne seriliyor. Etkileyici ve örseleyici… Küçücük çocukların nasıl yandığını, genç-yaşlı demeden insanların nasıl ölüme terk edildiğini, masum canların bir hiç uğruna öldüğünü, fotoğraflarda tek tek görünce duygulanıyorsunuz. Bir kez daha savaş denen pislikten nefret ediyorsunuz… Atom bombasının patlamasının ardından geride kalan 10-15 binadan birisi olan ve bir zamanların valiliğe ait gösterişli sergi binası yani ‘Atomic Bomb Dome’ bir diğer durak.
Müzenin etrafında ‘Hiroşima Peace Memorial Park’ var. Parkın içinde yer alan Çocuk Barış Anıtı’nın insanın içini sızlatan bir hikayesi var: İki yaşındaki Sadako Sasaki, patlamadan 10 yıl sonra maruz kaldığı radyasyondan nedeniyle lösemi olmuş. Arkadaşı onu hastanede ziyarete gelirken, yanında origami yapması için kare kağıtlardan getirmiş. Bu origamilerin Japonlarda anlamı var. Sadako, turna yapmaya başlamış. Turna kuşu, sağlığı ve uzun yaşamı simgeliyormuş. Eğer 1,000 tane yaparsa, bir dileği gerçek olurmuş. Ancak Sadako, 644 tane yapabilmiş. Arkadaşları geri kalanlarını tamamlamış ve Sadako mezara origamileri ile gömülmüş. İşte bu anıtta dünyada barışı simgeliyor. Dünyanın dört bir yanından çocukların gönderdiği origamiler bu anıtın etrafında sergileniyor. Parka bulunan ve ölenlerin anısına yapılmış anıt, sonsuza kadar yanan ateş ve yıkılmış tiyatro binası aynı hat üzerinde görülüyor ve bir kez daha yüreğinizi dağlıyor.
Şehir nasıl bu kadar yeşil diye düşünüyorsanız, atom bombasından sonra bir tayfun oluşmuş. Bu yüzden şehir baştan aşağı yıkanmış ve temizlenmiş. Kısa bir süre sonra, tohumlar gün yüzüne çıkmış ve şehir yeşillenmeye başlamış.
Akşam yemeğimizde Hiroşima’da ‘Wagyu’ yedik. Japonya’da ‘Wagyu’ ve bunun özel bir türü olan ‘Kobe’ eti mutlaka denenmeli. Klasik müzik dinletilerek, fazla hareket ettirilmeden ve bira içirilerek beslenen bu hayvanlara kaslanmaması için düzenli masaj yapılıyor. Et hem yumuşak hem de yağlı değil.
- Altın Tapınak
- Atomic Bomb Dome
- Chion-in Tapınağı
- Çocuk Barış Anıtı
- Filozof Yolu
- Floating Torii ’
- Geyko
- Geyşa
- Ginkakuji Tapınağı
- Gion
- Gümüş Tapınak
- Hibakuşa
- Higashiyama
- Hiroshima Peace Memorial Museum
- Hiroşima
- Itsukushima Tapınağı
- Japonya
- Jishu Tapınağı
- Kai
- Kanji
- Kimono
- Kinkakuji
- Kiyomizudera
- Kyoto
- Mayko
- Miyajima
- Mochi
- Nijo Kalesi
- Noodle
- Okonomiyaki
- Otowa Şelalesi
- Ryöan-Ji Tapınağı
- Sakura
- Şintoizm
- Tempura
- Udon
- Wagyu
- Zen Budizmi