Goncagül Haklar, Nisan 2017
Paris’e yaklaşık 200 km mesafede bulunan Loire vadisi doğal güzellikleri, masalsı şatoları, birbirinden güzel eski evlerle bezenmiş şehirleri, gurmeleri hayran bırakacak mutfağı ve şarapları ile tanınıyor. “Fransa’nın bahçesi” diye de adlandırılan ‘Loire’ Vadisi, Fransa Krallarının ve derebeylerinin, Orta Çağ ile Rönesans arasında inşa ettirdikleri görkemli şatolarla simgeleşen zengin yaşamlarını gözler önüne seriyor.
‘Indre’ ve ‘Cher’ gibi kollarla beslenen ‘Loire’, Fransa’nın en uzun nehri. 1020 kilometre uzunluğundeki nehrin şöhreti, UNESCO tarafından dünya kültür mirası kategorisine alınan şatolar bölgesi ile perçinlenmiş. ‘Sancerre’den ‘Nantes’a kadar, ‘Orléans’, ‘Blois’, ‘Tours’ ve ‘Angers’den geçen ‘Loire’ nehri ve kolları boyunca onlarca şato mevcut. Bugün tüm haşmetiyle ayakta duran 30 şato, 100 Yıl Savaşları olarak bilinen, aslında 116 yıl süren Fransa-İngiltere savaşı sırasında ve sonrasında korunma amacıyla inşa edilmiş. ‘Loire’ bölgesindeki bu 30 önemli şatonun yanında bu niteliklere uygun yüzlerce minik şatocuk da var. Bazıları kapalı, bazılarını sadece yaz aylarında kullanılıyor ve bazıları ise otel olarak hizmet veriyor. Bu şatolar, 16. yüzyıldan itibaren tüm vadiyi süsleyen bir inci gerdanlığa dönüşmüş. En çok tanınan ve ziyaret edilenleri: bir dönem tarihinin ve sanatının yoğunlaştığı ‘Blois’ Şatosu, Kral I. François’nın büyük çılgınlığının eseri olan ‘Chambord’ Şatosu, olağanüstü güzel koleksiyonlarla bezenmiş bir derebeyi şatosu olan ‘Cheverny’, “Hanımlar şatosu” diye de bilinen ‘Chenonceau’, gotik mimari ile Rönesans’ın etkilerinin birlikte görüldüğü ‘Amboise’ Şatosu, Fransız tarzı muhteşem bahçeleriyle ünlü ‘Villandry’ Şatosu ve bir peri masalından çıkmış izlenimi veren ‘Azay le Rideau’ Şatosu.
Orta Çağ boyunca, Capetien hanedanın tercihi ‘Orléans’ şehri olmakla birlikte, ‘Loire’ vadisi boyunca iyi örgütlenmiş küçük devletçikler, şatoları ve orduları bulunan güçlü baronlar ve kontlar bulunuyormuş. Kral II. Henri döneminde İngiliz hakimiyetine geçen ‘Loire’ bölgesi, Kral Philippe Auguste döneminde yeniden Fransa’ya bağlanmış. Ancak, 1337’den 1453’e kadar süren Yüz Yıl Savaşları, İngilizlerin bu topraklara geri gelmesine yol açmış. Savaşın ilk yıllarında Fransızlar çok büyük toprak kaybetmişler. V. Charles döneminde kaybettikleri toprakların hemen hepsini geri almışlar. Tekrar saldırıya geçen İngiltere Kralı V. Henry Normandiya’yı almış. Fransa Kralı VI. Charles İngilizlerin üstünlüğünü kabul etmişken, ‘Jeanne d’Arc’ın inancı ve coşkusuyla yeniden güçlenen Fransız’lar ‘Orléans’ı kurtarmışlar ve ‘Reims’de veliaht VII. Charles’a taç giydirmışler. ‘Jeanne d’Arc’ın İngilizler tarafından diri diri yakılmasından sonra (1431), Fransa Kralı İngiltere’nin müttefikleri ile anlaşmış, sırasıyla toprakları geri almış ve herhangi bir anlaşma imzalanmadan savaş fiilen sona ermiş. Hemen bir paranetez açıp Osmanlı Devleti’nin durumunu da hatırlatayım: Bu dönem Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da rahat ilerlemesine ve Fetret Devri’nde bir saldırıya uğramamasını sağlamış.
Capetien hanedanından krallar zamanında istilacılara karşı savunmada kalan ‘Loire’ vadisi, Valois hanedanı döneminde, kralların tercih ettikleri ve peşlerinde soylularla bir şatodan diğerine taşındıkları bir bölge olmuş: XI. Louis, ‘Langeais’ ve ‘Plessy les Tours’ şatolarını; VIII. Charles, ‘Amboise’ şatosunu; XII. Louis ise ‘Blois’ şatosunun bir kanadını yaptırmış. XV. yüzyılın sonlarında, I. François dönemi ile beraber Fransız Rönesansı başlamış. Gösteriş merakı ile beraber Fransız saray ve devlet adamlarının yaşamı, bir zevk, zarafet ve kültür okuluna dönüşmüş. Güzel sanatlara büyük bir tutkuyla bağlanan kral, büyük usta Leonardo da Vinci’yi bu topraklara davet etmiş ve hayatının son yıllarını Amboise’ın yakınında bulunan ‘Clos Luce’de geçiren üstat 1519’da ölmüş ve oraya gömülmüş. I. François, ‘Blois’ şatosunun, merdivenleri İtalyan etkisinin en görkemli örneklerinden birini oluşturan bir kanadını ve büyük ‘Chambord’ şatosunu yaptırmış. Soylular ve zengin burjuvalar, ‘Loire’ vadisini, ‘Azay Le-Rideau’, ‘Chenonceau’, ‘Villandry’, ‘Cheverny’ gibi birbirinden güzel şatolarla donatmak için, krallarla yoğun bir rekabete girmişler.
Din Savaşlarının getirdiği karanlık dönemden sonra (1560-1598), IV. Henry’nin tahta geçişi ‘Loire’ vadisindeki parlak dönemi sona erdirmiş. ‘Loire’ nehri uzun yıllar hem ticari, hem de yolcu taşımacılığı için kullanılmış. Fransız İhtilalinin öncesinde yaşanan ekonomik çöküntü ve sonrasında demir yolunun oluşturduğu rekabet nehir taşımacılığını öldürmüş.
Yüzyıllar boyunca pek çok ünlü kişi, yazar ve şair, ‘Loire’ vadisi topraklarını övmüşler. Bunlar arasında ünlü filozof Descartes ile “İnsanlık Komedyası” adlı eserinin romansı mekanlarını ‘Loire’ Vadisi’nden esinlenen Honoré de Balzac da yer alıyor.
Loire Vadisi aynı zamanda üzüm bağları ile de tanınıyor. Sancerre, Vouvray, Montlouis, Bourgueil, Chinon, Cabernet de Saumur-Champigny gibi şaraplar, beyaz kireç kayalarının (tüf) içine oyulmuş, uzun galerilerin ya da mekanların bulunduğu özel mahzenlerde (kav) yaşlandırılıyor ve şarapseverlere sunuluyor.
Bölgeyi gezmek için seçilebilecek en akıllıca yöntem, bir merkez belirlemek. Bizim merkezlerimiz ve konaklama noktalarımız ‘Blois’ ile ‘Tours’ oldu.
1.GÜN: ‘Orléans’, ‘Chambord’ Şatosu ve ‘Blois’
Paris’ten araba ile başladığımız gezimizin ilk durağı 180 km uzakta bulunan ve oldukça güzel korunmuş bir şehir olan ‘Orléans’ idi. ‘Rue de Republique’ ve ‘Rue Royalle’, ‘Orléans’ın alışveriş merkezleri. ‘Place de Martroi’ şehrin en büyük meydanı ve burada bizi tanıdık bir yüz karşıladı: ‘Jeanne d’Arc’. Yüz yıl savaşları sırasında büyük yararlılıklar gösteren, İngilizler tarafından henüz 19 yaşında iken ‘Rouen’ şehrinde yakılarak öldürülen ve külleri Seine Nehri’ne dökülen ‘Jeanne d’Arc’, 24 yıl sonra papa tarafından şehit, yaklaşık 500 yıl sonra Vatikan tarafından azize ilan edilmiş. Şehrin tarihi ve gösterişli yapıları ‘Rue Jeanne d’Arc’ civarında toplanmış. Caddenin sonunda ise tüm ihtişamıyla ‘Sainte Crois’ katedrali karşımıza çıktı.
Şehrin tarihi bölümü katedralin hemen devamında yer alıyor. Bu bölge 4.yy’da yapımına başlanan ve zamanla genişletilen surlarla çevrilmiş. Dikkat çeken yapılar arasında ‘Orléans’a gelen devlet adamlarının ağırlandığı Kardinal Sarayı ve günümüzde arkeoloji müzesi olarak kullanılan ‘Tour Blanche’ (Beyaz Kule) yer alıyor. ‘St. Aignan’ Kilisesi, şehrin günümüze kadar gelen en eski yapısı. ‘Aignan’, 451 yılında Atilla’nın başında olduğu Hun istilasında şehri kurtaran kardinal olarak biliniyor. Kemiklerini korumak amacıyla yapılan bazilika, ilerleyen zamanlarda genişletilerek 1509’da tamamlanmış ve bu ad ile anılmaya başlamış. Kilisenin önünde bulunan küçük meydan ağaçlarla bezeli ve huzur dolu bir havası var. ‘Orléans’ da ki son durağımız olan ‘Hotel Groslot’ Belediye Binası olarak kullanılıyor ve merdivenlerini 19.yy,’a tarihlenen bir süsleyen ‘Orléans’ bakiresi heykeli süslüyor.
Bir sonraki durağımız bölgedeki şatoların en büyüğü ‘Chambord’ Şatosu oldu. Tipik bir Rönesans eseri olan bu yapı, özellikle kuleleri ve kubbemsi yuvarlak hatlarıyla, uzaktan bakıldığında insanı ‘Walt Disney’ yapımı bir çizgi filmin içerisinde hissettiriyor.
1519 yılında I. François’nın emriyle yapımına başlanmış ve inşaatında 18 bin işçi çalışmış. Şatonun planı Leonardo da Vinci’ye ait ve yapımına da Vinci’nin ‘Amboise’ şatosunda ölümünden bir kaç ay sonra başlanmış. Şatonun bir diğer özelliği de merkezi planlı olarak yapılan ilk sivil amaçlı yapılardan biri olması. Duvarların çevresinden dolaşıp giriş kapısından iç avluya geçildiğinde, tam ortada Ortaçağ’ın tipik kare planlı yapısı beliriyor. Büyük usta İtalyan etkisini ve geçmişin mirası üzerine yeni tasarımların nasıl oturtulabileceğini dört tarafı geniş ve yayvan iç kalelerle çevrelenmiş bu binanın üzerinde çatı katındaki pencerelerle ve çatıdaki küçük kuleciklerle göstermiş. Gerek avlunun sağ kısmındaki I. François apartmanlarında olsun, gerek kare binanın arka bölümündeki XIV. Louis apartmanlarında olsun İtalyan mobilyalar, süslemeler ve Rönesans iç mimari anlayışı ağırlığını hissettiriyor. Ancak şatoda bir yer var ki, hiç şüphesiz tüm binanın en önemli parçası: Kare binanın tam ortasında bulunan ikili merdiven. Aynı merkezin çevresinde dönen ve her katta birbirinden farklı çıkışlara sahip, üstüste oturtulmuş olan bu 2 ayrı merdiven Leonardo da Vinci’nin inanılmaz dehasının bir eseri ve iki kişinin birbirlerini görmeden inip çıkabilmesine ve her katı gezebilmesine olanak tanıyor.
Bu merdivenle çatıya çıkıldığında giriş kapısından metrelerce ileriye doğru uzanan bahçeler ve göl görülebiliyor. XIV. Louis’nin ‘Versailles’ın da mimarı olan Jules-Hardouin Mansart’a yaptırdığı bu bahçeler tipik Fransız bahçeleri ve ‘Versailles’ bahçelerinin küçük bir replikası. Çatı katındaki pencerelerde ve şöminelerin üzerinde ise şatonun ilk sahibi François’nın ünlü semender’i gezginleri selamlıyor.
Şatonun yaklaşık 500 yıllık tarihi boyunca sadece 12 yıl içinde yaşanmış, örneğin I. François burada sadece 72 gün kalabilmiş ve şatonun tamamlanmasına şahit olamamış. İki bin kadar sanat eseri barındıran şato, içinde yaşamaktan çok, ihtişam gösterisi amacıyla inşa edilmiş. ‘Le Roi-Soleil’ (Güneş Kral) XIV. Louis sarayı sıklıkla gösterişli partileri için kullanmış. Yine onun döneminde ‘Molière’ şatoya konuk olmuş ve Kibarlık Budalası oyununun ilk temsili burada yapılmış. Versay Sarayı’nın aksine ‘Chambord’ Şatosu sürekli olarak mobilyalı değilmiş. Av ya da kutlama yapılacağı zaman kraliyet depolarından mobilyalar saraya götürülürmüş. Bu şato 440 odası, 90 salonu, herbiri sanat eseri 400 çini sobası, 365 bacasıyla ihtişam kelimesini yeniden tanımlıyor. Şatoyu yaptıran Kral I. François’in sembolü semender tam 800 farklı yere işlenmiş. İkinci dünya savaşı esnasında Louvre müzesi kolleksiyonunun bir kısmı buraya taşınmış. Güvenlik amaçlı getirilen eserler arasında Mona Lisa ve Milo Venüsü de varmış. 1981’de UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine alınan şatonun inanılmaz boyutlardaki bahçesi 32 kilometrelik duvarla çevrili. Duvar uzunluğunda Fransa rekoruna sahip. Parkındaki geyik, domuz gibi yaban hayvanları çevrede gezen turistlerden, koşu yapanlardan, bisiklete binenlerden hiç etkilenmeden yaşamlarını sürdürüyor. Saldırganlığıyla meşhur yaban domuzu bile burada huzur içinde yaşıyor.
Yol üzerinde görülebilecek şatolardan biri ‘Meung sur Loire’ Şatosu, Aynı isimli kasabanın merkezinde bulunan şato gerçek ortaçağ yapısı ve uzun yıllar hapishane olarak kullanılmış. Etrafındaki ağaçlarla bütün oluşturup, çevreye tam bir uyum sağlamış.
Bugünün son durağı ‘Blois’ şehriydi. ‘Orléans’ şehri ile ‘Blois’ arası 63 km. Şehre giriş köprülerinden biri de tarihi ‘Jacques Gabriel’ taş köprüsü. İki yakayı birleştiren bu zarif köprü 18.yy yapısı.
‘Blois’, Güney Fransa’nın tatil yöreleri gibi canlı, renkli ve hareketli bir şehir. Şehir merkezi, şatonun kurulduğu tepeye yayılmış, dar sokaklar merdivenlerle birbirine bağlanmış. En hareketli caddesi ‘Rue de Commerce’. Şehir turu yaptıran faytonlar buradan hareket ediyor.
Şehir merkezinin ilginç adreslerinden biri ‘La Maison de la Magie’ yani sihir evi. Çağdaş illüzyonizmin kurucusu sayılan ve Blois’da doğan Jean Eugène Robert-Houdin’in anısına oluşturulan bu evde sihirbazın kullandığı eşyalar ve sihirbazlıkla ilgili şeyler sergileniyor. Ama müzeye girmeden önce binanın sizlere bir sürprizi olacak. Her yarım saatte bir binanın camlarından ejdarhalar çıkıyor! Kaçırmayın, mutlaka izleyin. Tabii müzeye girdiğinizde sihirbazlık gösterileri de sizi bekliyor.
Şehrin merkezindeki ‘St. Nicolas’ Kilisesi’nin yapımına 12. yy’da başlanmış, 13. yy’da bitirilmiş. ‘St. Louis’ Katedrali ise ‘Blois’ Şatosunu şehrin merkezinde sayarsak şehir merkezinden biraz uzakta sayılır. 1697 yılında Papa’nın emriyle ‘Blois’ya bir piskopos atanınca, piskoposun oturması için inşasına başlanmış. ‘ St. Vincent’ ve şehrin karşı yakasındaki ‘St. Saturnin’ kiliseleri de şehrin diğer dini yapıları. ‘Blois’ Şatosu şehrin en yüksek tepesinde kurulmuş. 14. Yüzyıl sonuna kadar, arduaz damlı, kalın duvarlı taş evleriyle tipik bir Ortaçağ kenti olan ‘Blois’nın kaderini 1392 yılında bölgenin en güçlü derebeyi ‘Orléans’ dükü Louis d’Orléans belirlemiş. Şehri ve şatoyu sürekli ikametgahı olarak tayin eden Louis d’Orléans, ne yazık ki bu konforun fazla keyfini süremeden Korkusuz Jean tarafından öldürülmüş ve oğlu Charles da esir düşmüş. Yüzyıl Savaşlarının bu en şiddetli döneminde ortaya çıkan ‘Jeanne D’Arc’ 1429 yılında ‘Blois’ Şatosu’nda İngiltere’ye karşı bir ordu toplamış. 1440 yılına kadar sürecek çarpışmalar sonucu “şair prens” Charles kurtarılmış ve ‘Blois’ şatosuna yerleştirilmiş. Şatoya oldukça geniş bir meydandan geçilerek geliniyor. Giriş kapısı XII. Louis kanadının tam ortasında yeralıyor. Buradan ‘Jeanne D’Arc’ın Fransız ordusunu topladığı iç avluya geçiliyor. Şato en görkemli devrini ise kral XII. Louis döneminde yaşıyor ve ‘Blois’ Şatosu da kraliyet şatosu statüsüne yükselmiş oluyor. İç avluya girildiğinde sağda kalan kısım I. François tarafından yaptırılan kanat. XII. Louis’den tahtı devralan François hem şatonun, hem de şehrin mimarisini değiştirmiş. Leonardo da Vinci’nin I. François tarafından ‘Amboise’ şatosuna yerleştirilmesi Fransız mimarisinde bir dönüm noktası olmuş ve büyük ustanın İtalya’dan getirdiği Rönesans anlayışı bu toprakları etkilemeye başlamış. Kentteki yapılar, köprüler ve meydanlar üzerinde İtalyan stili süslemeler ve düzenlemeler bu döneme ait. I. François, o tarihe kadar diğer şatolarda görülmeyen tipik Rönesans stili dıştan bir merdiven yaptırmış. Resmi davetlilerin kabul edilmesi ve törenlerde şövalyelerin selamlanması buradan yapılıyormuş. Kral François’nın yatak odası, ibadet ettiği şapel, yemek odaları bu merdivenin üzerindeki bölümde yer alıyor. François kanadının en ilginç bölümlerinden biri kraliçe Catherine de Medicis’nin gizli zehir odaları. III. Henri’nin karısı ve I. François’nın annesi olan Medicis oldukça güçlü ve etkili bir kişilik olup ülkenin yönetilmesinde her zaman söz sahibi olmayı başarmış bir kişi. Gücünün bir kısmı da zehirlere olan ilgisi ve bu konudaki bilgisinden geliyor. Düşmanlarını kimi zaman özel hazırlattığı zehirlerle öldürtmekten çekinmeyen Catherine de Medicis, zehir şişelerini şato içindeki bu odada gizlemiş, ölene dek. Odanın duvarlarında özel olarak açılan gizli bölmeler duvarların ahşap kaplamasıyla aynı renk olduğundan fark edilmeleri oldukça güç. Bu bölümün bir diğer önemli odası III. Henri’nin odası. Kral bu odada süregelen din savaşlarına ve politik çalkantılara çözüm bulmak amacıyla 1576 ve 1588 yıllarında 2 kez olmak üzere ‘Etats Généraux’ denilen çoğunluğunu aristokrasi ve ruhban sınıfının temsilcilerinin oluşturduğu kurulları toplamış. III. Henri’nin çocuğu olmadığından tahtın Protestanlığa sempati duyan IV. Henri’ye (Henri de Navarre) geçme olasılığı gündeme gelince, koyu Katolik olan ‘Duc de Guise’ harekete geçerek bir darbe planı yapmış. Din savaşlarının en şiddetli olduğu, Protestanların her yerde katledildiği böyle bir dönemde etkili bir aileye mensup de Guise’in destek bulmasından korkan III. Henri, ikinci kurul esnasında Duc de Guise’i odasına çağırtıp, bir tuzağa düşürerek öldürerek kraliyet soyunun başka bir aileye geçmesini önlemiş. Bu odada Paul Delaroche’un ünlü ‘Duc de Guise’in öldürülmesi’ tablosunun bir replikası da bulunuyor.
Saray içinde görülebilecek 16.yy. mobilyaları hem dönemin yaşam tarzını, hem de Rönesans zevkini ve İtalyan etkisini yansıtıyor. Bu arada, şömineler ve duvarlarda görülen çeşitli simgeler de o odanın hangi kral tarafından kullanıldığı hakkında da ipuçları taşıyor, çünkü her Fransız kralının kendine ait bir simgesi var. Krallar genellikle kendilerine simge olarak bir hayvan seçip, o simgenin yaşadıkları bütün mekanlarda şu veya bu şekilde yeralmasını sağlıyorlar. Örneğin; XII. Louis’nin hayvanı “oklu domuz” ya da domuz-kirpi denilen, vücudunda kirpi gibi okları olan domuz büyüklüğünde bir hayvan. Oklar düşmanlara gözdağı anlamı taşıyorlar. 1. François’nın hayvanı semender ise, kralın hem barışta hem de savaştaki gücünü simgeleyen ejderha ile kertenkele arası bir yaratık.
18. yy. Blois şehri için yüzyıl sürecek bir duraklama ve unutulma döneminin başlangıcı olmuş. Yaklaşık bir yüzyıl sonra, Fransa’da tarihi eserlere duyarlılığın uyanmaya başladığı bir dönemde, bu bölgeye hayran edebiyatçılar Honoré de Balzac ve Victor Hugo sayesinde ‘Blois’ Şatosu tekrar hatırlanmış ve tarihi eser kapsamına alınmış. ‘Blois’ Şatosu’nu diğer şatolardan ayıran bir özelliği, şatonun devlete değil ‘Blois’ kentine ait olması. Şato’dan ayrılmadan önce sol taraftaki teras bölümünden ‘Blois’ şehrini ve bölgenin tipik özelliği arduaz çatılarını da seyredilebileceğini hatırlatayım. Günümüzde Güzel Sanatlar Müzesi’ne dönüştürülen yapıda Fransız ve Flaman ressamların eserleri de yer alıyor. Önündeki parktan, karşı tepedeki gösterişli Saint Louis Katedrali görülüyor. Blois Şatosunda yaz döneminde her gece 22:00 de başlayan ses ve ışık gösterisi var (ücreti 8.5 €). Kale duvarlarına yansıtılarak gerçekleştirilen gösteri oldukça etkileyici. Bizim orada olduğumuz gece çok soğuk ve yağmurlu olduğu için biz gitmeye cesaret edemedik ama interetten seyrettiğim kadarıyla mutlaka öneriyorum. Konaklamamız Holiday Inn Blois otelindeydi. Otelimiz konforluydu, otoparkı vardı ve kahvaltı menüsü çok zengindi.
2.GÜN: ‘Cheverny’ Şatosu, ‘Chaumonti-sur-Loire’, ‘Amboise’, ‘Amboise’ Şatosu, ‘Le Clos-Luce’, ‘Chenonceau’ Şatosu ve Tours
Benim gibi çizgi roman meraklısıysanız, bugün kendinizi bir Tenten kitabının içinde bulacaksınız. ‘Cheverny’ Şatosu Tenten’in şatosu olarak biliniyor. Belçikalı çizer Georges Prosper Remi veya bilinen adıyla Hergé 1620-30 yılları arasında yapılmış olan şatodan esinlenerek Tenten’e Moulinsart Şatosu’nu yaratmış. 50 dile çevrilen, 200 milyon satan Tenten için, tahmin edeceğiniz gibi, şatoda özel bir bölüm yapılmış ve pekçok hediyelik eşya da satılıyor.
Şahsi bir mülk olan ve 1922’de ziyarete açılan şato, mobilyalarının zenginliği ve renkliliği ile göze çarpıyor. İçini gezerken gerçekten yaşanmışlığı hissediyorsunuz, aile fotoğrafları ve şahsi eşyalar sizi o günlere götürüyor.
17. yüzyıldan kalan bahçesi çok geniş ve gösterişli. Yaban hayvanlarının yaşadığı özel bölümde ziyaretçiler, görevliler tarafından otomobil ya da kayıkla gezdiriliyor. Koruda ceylanlar ve kuşlarla karşılaşmak mümkün. Şatonun 100 özel eğitimli av köpeğinden oluşan bir gösteri ekibi var. 1 Nisan – 15 Eylül arasında hergün saat 17.00’de, beslenme saati sırasında ziyaretçilere özel gösteri yapıyorlar. Fransa’da av yasağı olmasına karşın, bu şatonun sahibi özel izinle yılda 8 geyik avlama hakkına sahip. Şato ve bahçesi o kadar huzurlu ki, burada dinlenmek ve sıkılmadan tüm günü geçirmek istiyor insan.
‘Loire’ kıyısından Tours kentine doğru ilerlemeyi sürdürürsek karşımıza nehre hakim bir tepeye kurulan ‘Chaumont sur Loire Şatosu’ çıkacak. 10. yüzyılda savunma amacıyla yapılmış, mimarisinde estetikten ziyade güvenlik ön planda tutulmuş. Şatoda Voltaire ve Benjamin Franklin gibi ünlü konuklar da kalmış. Şato 1938 yılında kamulaştırılmış.
Nehrin kıyısını aynı yönde takip ettiğimizde, gösterişli bir köprüden geçip ‘Amboise’ kasabasına varacağız. Nehirde bir saatlik gezinti yapan 75 kişilik Ambacia turistik teknesi ile bir tur yapılabilir.
‘Amboise’ Şatosu ise koruma amaçlı kale olarak yapılmaya başlanmış, sonra Rönesans şatosuna dönüştürülmüş. Şehrin hemen ortasında yer alan bu yapı bir dönem hapishane olarak da kullanılmış.
Sonraki durağımız Leonarda Da Vinci’nin 1452-1519 yılları arasında yaşayıp tüm çalışmalarını gerçekleştirdiği ve hayata gözünü yumduğu şatosu ‘Le Clos-Lucé’. Yaklaşık 500 m2’lik bahçede tüm buluşları sesli anlatımlı panolar eşliğinde ziyaretçilere sunuyorlar. Özellikle minik ve genç gezginler için kaçırılmaması gereken bir mekan.
Şato bölümünde büyük ustanın yaşam alanları ve buluşları sergileniyor. Otomobilden bisiklete, hidrolik taşıma sistemlerinden açılır kapanır köprülere kadar bütün eserlerinin maketleri ve açıklayıcı videoları var. Her birinde bir öncekine göre biraz daha fazla şaşırıyor ve hayran oluyorsunuz.
Bazı eserleri ise bahçede sergileniyor.
Şüphesiz en ilginci ustanın Haliç için önerdiği köprü. Leonardo usta 1502 yılında Sultan II. Beyazıt’a gönderdiği mektubuna şöyle başlamış: “Ben, sadık hizmetkarınız, anladım ki İstanbul Galata’ya bir köprü yapmak arzusundasınız”. Köprünün zarafeti karşısında bir kere daha büyük usta’nın önünde saygıyla eğiliyorsunuz (hele ki Haliç’e yapılan son metro köprüsü düşünüldüğünde!). Köprü Norveçli bir ekip tarafından hayata geçirilmiş ve bahçedeki derenin üzerinde tüm asaleti ile duruyor.
Usta’nın tedavi edici bitkileri yetiştirdiği özel bahçesi de gezilebiliyor.
Günün son durağı ‘Chenonceau’ Şatosu. Yapının en büyük özelliği ‘Cher’ Nehri’nin üzerinde köprü gibi yapılmış olması. Yani şato aynı zamanda nehrin iki yakasını birbirine bağlıyor. Şato, üç Fransız kralına hazine müdürlüğü yapan Bouhier tarafından yaptırılmış. Şatonun 13. yy.da başlayan inşaatı 1521’de tamamlanmış. I.François döneminde nehrin sadece bir kıyında bulunan bir kale iken, 1547’de II.Henri’nin başa geçmesiyle kalenin kaderi de değişmiş. Kral şatoyu 39 yaşındaki metresi Diane de Poitiers’ye armağan etmiş. De Poitiers, kaleyi bir şato haline getirmiş ve karşı kıyıya uzanan bir köprü olmasını sağlamış. 12 yıl boyunca burada yaşayan ve adeta buraya aşık olan de Poitiers, 1559 yılında II.Henri’nin ölümünü fırsat bilen kıskanç kraliçe Catherine de Medicis tarafından buradan çıkartılmış. Catherine de Medicis buraya kendisi yerleşerek köprünün üzerindeki galerileri yaptırmış. 1730 yılında General Dupin şatoyu satın almış ve karısına armağan etmiş. Şato onun döneminde Voltaire, Condillac, Montesquieu gibi dönemin ünlülerini ağırlamış. II.Dünya Savaşı sırasında Alman işgaline uğrayan şato 1944 yılındaki müttefik bombardımanı nedeniyle yıkılma tehlikesi geçirmiş ve 4 yüzyıllık vitraylar yok olmuş.
Tarihteki sahiplerinin hep bayan olması nedeniyle “Hanımlar Şatosu” (Chateau des Dames) olarak da anılan şatonun giriş bölümünde Diane de Poitiers’nin odaları ve ünlü mutfaklar yer alıyor.
Otoparktan şatoya ulu ağaçlarla kaplı uzun bu yürüyüş yolundan gidiliyor. Bitkilerden yapılmış olan labirent çocuklar için harika bir saklambaç oynama alanı. Şatonun bahçeleri ayrı bir kıskançlık hikayesi: Diana de Poitiers de meydanında görkemli bir çeşme yerleştirilmiş olan bahçeyi yaptırmış. Catherina de Medicis şatonun sol tarafındaki, havuz etrafında genişleyen büyüleyici bahçeyi yaptırmış. İngilizlerin aksine, Fransızlar bahçede geometrik düzenlemeleri sevmeleri 2 bahçeye de yansımış. Şatonun önündeki kule eski bir değirmenin kalıntıları üzerine yapılmış. Nehrin kıyısında oturup şatonun nehrin sularına düşen görüntüsünü seyrederken, bin yıllardır akan bu nehrin ihtiraslara, kıskançlılara, savaşlara ve aşklara tanıklık ettiğini de hissetmek lazım.
Sonrasında konaklama için ‘Tours’a gittik. Mesafemiz yaklaşık 25 km idi. Konaklamamız Le Grand Hotel Tours otelindeydi. Renove edilmiş eski bir binaydı ve otopark olanağı mevcuttu. Otelde kahvaltı yoktu ama hemen yan binadaki muhteşem pastane son noktayı koydu-çikolatalı ‘brioche’ diyorum ve susuyorum.
3. GÜN: ‘Villandry’ Şatosu ve ‘Azay-Le-Rideau’
Bugun ilk durağımız bahçeleriyle bir ekol olan ‘Villandry’ Şatosu oldu. 1536 yılında I.François’nın bakanlarından Jean Le Breton satın aldığı basit bir Ortaçağ kalesi olan binanın sadece iç kale kısmını bırakıp geriye kalanını yıktırmış ve yerine bugünkü Rönesans şatosunu yaptırmış. Daha sonraları birçok defa el değiştiren şatoyu 1906’da Dr. Carvallo satın almış ve bahçeyi 16. yüzyıl tarzında yeniden düzenletmiş. Bahçe ile yapının mimarisi benzersiz bir uyum içinde. Ortaçağ kulesindeki terasa çıkıldığında manzara büyüleyici.
Şatonu iç dekorasyonu oldukça zarif ve etkileyici.
Bahçeler 3 farklı seviyeden oluşuyor. Giriş katı ile aynı seviyedeki alt bahçede, çeşitli bitkiler, meyve ağaçları ve süs bitkileri var. Geometrik şekillerde ve iki ayrı bölümde 9 dikdörtgen şekilden oluşan Sebze Bahçesi bu katta. Şifalı Bitkiler Bahçesi, kilisenin hemen yanında, dar uzun bir şerit. Ortada ise dört kısma ayrılmış güller yer alıyor. İkinci seviyede bulunan orta kat; nota ve müzik enstrümanı şeklinde kesilmiş çiçeklerin üç ayrı kare oluşturduğu ‘müzik bahçesi’, güzel kokulu sağaltıcı bitkilerin üç daire oluşturduğu ‘basit bahçe’ ve tüm şatonun favorisi aşkın çeşitli sembollerini taşıyan ‘aşk bahçesi’nden oluşuyor. Aşk Bahçesi, simgelerle oluşturulmuş. Karmaşık bir düzende dikilmiş dörtlü şimşir grupları ve çiçekli bitkilerle yapılan düzenlemeler aşkın dört türünü anlatıyor. Sevecen ve şevkatli aşkı simgeleyen kırılgan kalp, parçalanmış, köşelere dağılmış. Ortadaki bölümde aşkta yaşanan sahtekarlıklar, maske figürleriyle stilize edilmiş. Tutkulu aşkı anlatan bölümde bölünmüş bir kalp figürü dikkat çekiyor. Bütünü oluşturan tüm figürler iç içe geçerek bir labirent oluşturuyor. Tutkunun hareketliliğini, canlılığını sembolize ediyor. Dengesiz aşk ve aldatma bölümünde, baskın renk sarı. Köşelerde oluşturulan figürlerle yüzeysel duygular yansıtılmış. Aralardaki bölümler, iki aşk arasındaki geçişleri, aldatmayı ifade ediyor. Ortadaki beyaz bölümde kararsız kadına yazılmış aşk mektupları var. Trajik aşk bölümünde, kadınlar yüzünden erkekler arasında yaşanan aşk rekabeti, çekilen kılıçlar sembolize edilmiş. Aşk uğruna dökülen kanlar, bahçenin bu bölümünde yoğun olarak kullanılan kırmızı tonlarla yansıtılmış. En yukarda ise asmaların altından geçerek gölün bulunduğu üst bahçeye ulaşılıyor.
Süs Bahçesi, Su Bahçesi, Sebze Bahçesi ve Şifalı Bitkiler Bahçesi gibi isimler almış bahçeler mevcut. Süs Bahçesi, şatonun uzantısı gibi. Su Bahçesi, geniş bir havuzun çevresine yayılmış. Tüm bahçelerin suyu buradan sağlanıyor. Çevredeki ağaçların altındaki banklarda oturup huzuru ve sessizliği dinlemek ayrı bir zevk.
Halen şatoda Dr. Carvallo’nun torunları yaşıyor. Osmanlı eserlerinin sergilendiği ayrı bölüm gerçekten etkileyici.
Gezinin son şatosu ‘Azay-Le-Rideau’ idi. Tıpkı ‘Chambord’ gibi sivil amaçlı olarak yapılan Rönesans tarzı şatolardan biri olan bu şato, ‘Tours’ kentinin güneyinde kalan bir gölün kıyısında kurulmuş. “L” şekinde olan bu yapı, açılır kapanır bir köprü ile karaya bağlanan ve dış çevresi sularla korunan bir şato. Bugün açılır kapanır köprü varolmasa da, hendekler ve yapıyı çevreleyen göl hala duruyor.
1498’de hazineden sorumlu Gilbert Berthelot tarafından satın alınan bina, 1527’de mali skandallar nedeniyle Berthelot’nun ortadan kaybolmasıyla kral I.François’nın eline geçiyor. Kendi Rönesans zevkini şatoya yansıtan kral, binanın tam ortasında aynı ‘Blois’da olduğu gibi İtalyan stili bir dış merdiven yaptırıyor. İç mekanların düzenlenmesi de gene bu dönemin etkisi altında kalınarak gerçekleştiriliyor.
François’ın burada hiç oturmamış olmasına karşın, şato yine de bölge tarihinde önemli mekanlar arasında. Bunun nedeni, din savaşları sırasında Protestanların sığındığı bir mekan olmasında. Özellikle, 1572’de yine bu bölgede meydana gelen ve binlerce Protestan’ın bir gecede katledildiği ‘St. Barthélemy’ katliamı Protestanların bu bölgedeki varlığını sona erdirmiş. İşte bu katliamlardan kaçan az sayıdaki Protestan da Azay-Le-Rideau’ya sığınmış. Ancak tüm ülkede olduğu gibi, burada da bu mezhebe mensup kişilerin kaderi değişmemiş ve bir kaç ay sonra Katolikler tarafından bulunup öldürülmüşler. Şato bugün gezildiğinde masal kitaplarından çıkmış görüntüsü ile adeta bu kanlı tarihin izlerini silmeye çalışıyor.
Üç gün içinde Loire Vadisinin önemli duraklarını gezdik. Her gezinin sonunda olduğu gibi ailecek kendi aramızda favori mekanımızı belirledik. Aslında gezdiğimiz her şatonun ayrı özellikleri vardı; ihtişamlı Chambord, gizemli Blois, güçlü Amboise, yaratıcılığın simgesi Le Clos-Luce, kıskançlığın göstergesi Chenonceau, masalsı Azay-Le-Rideau arasında favorimiz sakin, huzurlu ve zarif Cherverny oldu. Buradan 3 saatlik bir yol ile Paris’e döndük.
Bazı ilgi çekici notlar ve lezzet önerileri ile bitirelim:
- ‘Blois’ bölgesinin özelliklerinden biri, elmalı kurabiyeleri. Fındıklı ve tereyağlı olanları da var. Özellikle elmalı olanı hediyelik olarak iyi bir seçim.
- ‘Blois’ şehrinin yetiştirdiği ünlülerden biri olan Denis Papin (1647 – 1712), icadıyla dünya kadınlarının gönlüne taht kurmuş. Tıp doktoru olmasına karşın, düdüklü tencereyi icat etmiş. Emniyet supabı dahil buluşu hiç değiştirilmeden 300 yıldır kullanılıyor.
- Bu bölgede mutlaka tadılması gereken lezzetlerden biri de ‘Tarte Tatin’. Tatin Kardeşler’in yaptığı bu tatlı karamelize edilmiş elmaları hamurla kaplayıp pişirdikten sonra ters çevrilerek tabağa konuyor. Krema veya kaymaklı dondurmayla servis ediliyor.
Yeme-içme önerilerime gelince
Les 400 Coups (Blois)– Tam bir gizli cevher. Le Fooding.com sitesinden bulduğumuz minicik ama canlı mekan sadece şarap ve peynir servis ediyor. Sahibi İngilizce bilmiyor ama şarap işini biliyor- ki Loire Vadisindeyseniz önemli olan bu-işi ona bırakın ve gerisine karışmayın. Fiyatlar da inanılmaz ucuz.
Le Petit Patrimoine (Tours)- Yüksek tavanlı ve tonozlu eski bir mekanda az sayıda masanın bulunduğu muhteşem bir Fransız restaurantı. Lezzetler doyumsuz. Rezervasyon şart. Fiyatlar ile lezzetlerle karşılaştırılamayacak kadar uygun. Giriş yemekleri 10-12 €, ana yemekler 14-18 € ve tatlılar yaklaşık 6 €.
‘Loire Vadisi’nde mutlaka…
Çıkarın-Sahibiymişcesine şatoların keyfini çıkarın.
Çekin-Zevkin ve ihtişamın bol bol fotoğrafını çekin.
Tadın-Ünlü ‘tarte tatin’i tadın.
Varın-Yerel lezzetlerin zevkine varın.
- Amboise
- Amboise Şatosu
- Azay-Le-Rideau Şatosu
- Blois
- Blois Şatosu
- Chambord Şatosu
- Chenonceau Şatosu
- Cheverny Şatosu
- Jacques Gabriel taş köprüsü
- Jean Eugène Robert-Houdin
- Jeanne d’Arc
- La Maison de la Magie
- Le Clos-Luce
- LOIRE VADİSİ
- Moulinsart Şatosu
- Orléans
- Sainte Crois katedrali
- Tours
- Villandry Şatosu