Goncagül Haklar, Temmuz 2015
“Ich bin ein Berliner” 26 Haziran 1963, John F. Kennedy, Batı Almanya
Kısa bir süreliğine de olsa Berlin’li olmaya, Berlin’li gibi yaşamaya ne dersiniz?
Köklü tarihi ve herşeye rağmen parlaklığını yitirmeyen sanat hayatı ile küllerinden doğan Berlin büyülemek üzere sizleri bekliyor. Bir de yanına sarayları, parkları ve gölleri ile cennetten bir köşe olan ‘Potsdam’ gezisini eklerseniz bu gezinin tadına doyum olmaz.
Berlin gezi notlarıma kısa bir tarih vererek başlayacağım. Ama dileyenler bu kısmı atlayıp günlük program ile direkt gezi rotalarına veya en son kısımdaki yeme-içme önerilerine geçebilirler.
Berlin’in kurulumunun 13.yy’da olduğu ve ilk yerleşim yerlerinden birininde bugünkü ‘Museuminsel’ yani müze adası olduğunu biliyoruz. Berlin, 1451’de yönetim merkezi olmuş. Yangın, veba ve savaş gibi ağır darbeler almış. İlk ihtişamlı yapılar ‘Unter den Linden’ üzerinde yapılmış. 1701’de Prusya kraliyet başkenti olan şehir aynı zamanda endüstri merkezi haline gelmiş. Mimari, bilim, kültür ve sanatta büyük ilerlemeler gösteren şehir o yıllarda aydınlanmanın merkezi durumundaymış. Berlin 1806-1808 yıllarında Napolyon tarafından zaptedilmiş. Sonrasında yine çok parlak bir dönem görüyoruz, Karl Friedrich Schinkel’in mimari şahaserleri ve Lenné’nin sanatsal parkları döneme damgasını vurmuş. 1871’de Alman imparatorluğunun kurulması ile başkent olan Berlin 1. Dünya savaşına kadar bu parlak dönemini sürdürmüş.
Savaşın ardından teslim olma imparatorluğu ve başkenti derin bir krize sokmuş ve cumhuriyet ilan edilmiş. Ekonomik krize ve devrim karmaşalarına rağmen kültürel hayat çok canlıymış ki bu dönem ‘Altın Yirmililer’ (Golden Twenties) olarak anılıyor. 1933 yılında Adolf Hitler’in başbakan olması şehrin tarihinde kara sayfaların başlangıcı olmuş; yahudiler, komünistler, eşcinseller, muhalefet taraftarları ve birçok başka gruba zulüm başlamış. 1936 yılında yaz olimpiyatları Berlin’de düzenlenmiş ve ari ırkın savunucusu Hitler’e karşı ünlü siyah atlet Jesse Owens kazandığı dört altın madalya ile uzun atlamada kırdığı ve 25 yıl boyunca geçilemeyen dünya rekoru tarihe geçmiş. 1941-1945 arası ağır bombardıman altında kalan şehirde evlerin yaklaşık üçte biri ve tarihi yapıların çoğu ne yazık ki yıkılmış. Harabeye dönen şehir galip devletlerin yönetime girmiş. 1949’da Alman Demokratik Cumhuriyeti kurulmuş ve Doğu Berlin başkent ilan edilmiş. 13 Ağustos 1961’de Berlin duvarı örülerek şehir resmen ikiye bölünmüş; hatta aile bireylerini görme izni için geçiş belgesinin alınması bile Kennedy’nin 1963’deki ziyaretinden sonra mümkün olmuş. Berlin duvarı 9 Kasım 1989’da yıkılmış ve 3 Ekim 1990’da resmen iki Almanya birleşmiş.
BERLİN 1. GÜN: Biraz katedral, biraz müze…
THY ile hem İstanbul’dan, hem de Ankara’dan gün içinde çok sayıda karşılıklı sefer var. Yolculuğumuz 2 saat 55 dakika sürdü. Otelimiz ‘Hotel Leonardo Mitte’ ‘Alexanderplatz’a yakın olduğu için bavulları otele bırakıp hemen şehri keşfetmeye başladık. ‘Alexanderplatz’ ulaşımın çok iyi olduğu, etrafında mağazaların sıralandığı ve yine Berlin’in simgelerinden birisi olan Dünya saati’nin (Weltzeituhr) de bulunduğu bir meydan. TV kulesi (Berliner Fernsehtrum) de bu meydana yer alıyor. TV kulesine çıkmak istiyorsanız ücret 12,5 Euro. Gece çıkma şansınız da var (12’ye kadar), ki bence bu fikri değerlendirebilirsiniz. Alexanderplatz’da fotoğraflarımızı çektikten sonra yürüyerek Kızıl Belediye Binası’na (Rotes Rathaus) gittik. Belediye binasından sonra Berlin’in diğer simgesi sayılan Berlin Katedrali’ne (Berliner Dom)’a yürüdük. Berlin’de önemli simgeler arasındaki yerlerin çoğu yürüme mesafesinde ve şehri yürüyerek dolaşmak biz tabanvayseverlerin en büyük tutkusu… Berlin Katedrali her ne kadar Köln veya Milano’daki katedraller kadar ihtişamlı olmasa da, bunun da kendine özgü bir tarzı var (giriş: 7 Euro, 9:00-20:00 arası açık). ‘Berliner Dom’un hemen ilerisinde Karl Marx ve Engels’in de heykeli bulunmakta, gitmişken onları da ziyaret etmenizi tavsiye ederim.
Berlin’in adeta bir müzeler şehri. Müzeler için özel olarak ‘Spree nehri’ üzerinde Müzeler Adası (Museuminsel) oluşturulmuş. UNESCO mirasları arasında olduğu için hiçbir şekilde dokunulamayan bu adada barok mimarinin hayranlık uyandıran örneklerinden biri olan ‘Bode Museum’ ve dünyanın en güzel kadınlarından Nefertiti’nin heykelini sergileyen ‘Alte Nationalgalerie’nin yanı sıra ‘Neues Museum’, ‘Altes Museum’ ve ‘Pergamonmuseum’ de var. Size müzelerden dünyaca ünlü olan ‘Pergamon Museum’u (Bergama Müzesi’ni) özellikle tavsiye ediyorum- tam “Adamlar bu işi biliyor üstadım” tadında bir müze. Bu müze yılda yaklaşık olarak 900.000 ziyaretçi kabul ediyormuş. Almanya’ya gitmeden müze biletlerini internetten almak sizlere çok zaman kazandıracaktır. Bergama Müzesinin en önemli eserlerinden birisi Bergama Zeus Tapınağı ve Athena Tapınağı’nın girişi. Aslında küçük bir parçası orijinal ama benzerini bir bütün olarak yapmış ve sergiliyorlar. Biz tarihi eserlerimizi mutfak mermerleri ile kaplarken, gavurların gösterdiği özen takdire şayan! Müzede Halep odası ile Türk çini ve halılarından da örnekler görmek mümkün (giriş: 10 Euro, her gün 18:00’e, perşembeleri 20:00’ye kadar açık). Eğer müze de gezmeyi düşünüyorsanız, ‘Berlin Pass’ alırsanız hem ulaşımınızı, hem de müze girişlerinizi daha ekonomik olarak çözersiniz. Bunu internet üzerinden almak çok pratik, sonrasında da yanınızda internet çıktısı olduğu sürece Berlin’de farklı noktaladan ‘Berlin Pass’ınızı almak çok kolay.
Müze gezimizi tamamladıktan sonra Berlin’in meşhur ‘Unter den Linden’ (Ihlamurlar Altında) caddesinde yürüyüş yaptık. Caddenin sonuna geldiğimizde bizi tüm ihtişamıyla Berlin’in en önemli simgesi ‘Brandenburger Tor’-Brandenburg Kapısı bekliyordu. Kapının üzerindeki ‘Quadriga’ yani 4 at tarafından çekilen araba-tanrı ve kahramanların arabası-1793 de yerine yerleştirilmiş. Napolyon’un işgali sırasında Leipzig’e götürülen ‘Quadriga’, 1814’te yerine geri dönmüş. 2.Dünya savaşından ağır hasarla çıkan bu önemli eser daha sonra aslına uygun olarak restore edilmiş. İnsanların önüne yığıldığı, sınırı aşmak için pek çok kişinin canını verdiği, insanların duvarları kırmaya başladığı yeri bir an tüm ihtişamıyla görmenizi ve Scorpions grubunun – ‘Wind of the Change’ klibindeki Berlin görüntülerini izlemenizi de şiddetle tavsiye ediyorum.
BERLİN 2. GÜN: Adım adım Berlin…
Erkenden kalkıp, kahvaltımızı ‘Unter den Linden’de ki meşhur ‘Cafe Einstein’da yaptık. Bugün ziyaret edeceğimiz ilk mekan Bundestag (Alman Meclisi). Almanya’ya gitmeden 2-4 hafta önce burayı ziyaret etmek için internet üzerinden randevu ve onay almanız gerekiyor. “Meclis bu, neresi görülebilir ki?” demeyin, farkı farkedin. Binanın sembolik anlamda en önemli kısmı Kubbe (Reichstagkuppel). Asansörle buraya çıktıktan sonra spiral şeklindeki koridorlardan yukarıda doğru yürüyorsunuz. Kubbe’de Türkçe de dahil pek çok dilde ücretsiz ‘audioguide’lar mevcut. Siz Kubbe’nin tepesinde tırmandıkça ‘audioguide’dan hem kubbe, hem de kubbe’den dışarı baktığınızda görülen binalar hakkında bilgi edinmeniz mümkün. Kubbenin mimarisi tamamen camlardan yapılmış olup şeffaflık hakim. Yani Genel Kurul Salonunun üzerinden milletvekillerini görerek onların tepesinde yürümüş oluyorsunuz. Bu da “Halkın her şeyin üzerinde” olduğu anlamına geliyor (yorumsuz!!!). Kubbe tam bir mühendislik harikası; kubbeye vuran ışık değişik açılarda aynalardan oluşan bir yapı ile parlamento salonuna yansıtabiliyor, üzerine inen yağmur suyu arıtılıp kullanılabiliyor ve üzerindeki güneş panellerinden elektrik elde edilebiliyor (Gavur yapmış kardeşim). Binanın tarihinde övünülen olaylardan biri de Hitler’in bu binaya hiç ayak basmamış olması.
Meclis gezimizi tamamladıktan sonra ‘Brandenburg Kapısı’nın diğer tarafından bulunan ‘Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı’ (Denkmal für die Ermorderdeten Juden Europas)’ı ziyaret ettik. Bu anıt şehrin en önemli yerinde çok büyük bir alanı kaplıyor ve insanı katledilen Yahudileri düşündükçe bir hüzün kaplıyor. Şehrin en önemli yerinde anıt olarak yükselen blokların yer alması Almanların tarihe ne kadar önem verdiğinin de bir göstergesi. Tüyler ürpertici de olsa anlatılana göre ise ölen Yahudiler üstüste konulduğunda yüksek bloklar kadar yer kaplıyormuş, insanlar ölülerden başka bir şey görmüyormuş.
Buradaki gezimizi de tamamladıktan sonra ‘Potsdamer Platz’a gittik. Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinden sonra gökdelenlerin inşa edildiği bu yerde ‘Sony Center’ ve güzel cafeler var. Ayrıca, minik gezginler için cezbedici olabilecek Lego’nun müzesi de bulunuyor. ‘Potsdamer Platz’, Potsdam şehri ile Berlin şehrinin yolu üzerinde olduğundan dolayı tarih boyunca önemli anlara tanıklık etmiş. ‘Potsdamer Platz’ın arkasında ise dünyaca ünlü Berlin Filarmoni Orkestrası bulunuyor. Eğer dinlemek istiyorsanız yine önceden bilet almanızı gerekiyor. Bu arada ‘Potsdamer Platz’ın orta yerindeki kaldırımlarda Hollywood bulvarını anımsatan yıldızlar ve imzaları var. Ayrıca kişilerin isimlerinin yer aldığı yerin tam yanında yer alan dürbünden baktığınızda hologramik görüntüyle sanki o kişi kaldırımda yürüyormuş izlenimi elde ediliyor. Güne oldukça hızlı başladığımız için meydanın tam orta yerinde güzel bir kafeye konuşlanıp, biraz dinlendikten sonra gezmemize devam ettik. Sırada Berlin duvarının kalıntılarını görmek var. Batı’da bilinen adıyla ‘Utanç duvarı’ (Schandmauer)’nın uzunluğu 46 km imiş ama günümüzde yer yer kendini farkettiriyor olsa da, fiziksel olarak hemen hemen hiç algılanmıyor.
Duvarın kimi parçaları Brandenburg eyaletinde bir depoda iken, bir kısmı başta ABD olmak üzere çeşitli ülkelere satılmış ki ‘Rice Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Binası önünde bir parçasını görmüşlüğüm var.
Berlin duvarından kalan kalıntıları ve Nazi rejiminin izlerini Gestapo’nun merkezi olan ‘Niederkirchnerstraße’ üzerindeki “Topographie des Terrors” müzesinde görmeniz mümkün. Duvar gezimizi de tamamladıktan sonra sırada Checkpoint Charlie var. Burası bölünmüş Berlin’de Doğu-Batı geçiş noktası olarak kullanılan geçiş kapısı ve sadece müttefik askerleri, büyükelçiler, bu kişilerin aileleri, yabancılar, Federal Almanya’nın Demokratik Almanya’daki temsilcileri ve çalışanları ile Demokratik Alman üst düzey yöneticileri tarafından kullanılabiliyormuş. Burada halen temsili olarak Doğu ve Batı bloklarını temsil eden askerler bulunmakta ve onlarla hoş bir anı olarak fotoğraf çektirebilirsiniz.
Bu arada size Berlin’de herşeyden en az 2 tane olduğunu da belirtmem lazım. Örnek vermek gerekirse eski Doğu Almanya tarafının meşhur alışveriş caddesi Friedrich strasse, Batı Almanya’nın alışveriş caddesi ise Q’damm. Ancak, Q’damm caddesi kesinlikle açık ara önde. Checkpoint Charlie’deki gezimizi tamamladıktan sonra Friedrichstrasse’de turladık.
BERLİN 3. GÜN: Saray ihtişamından alışveriş keyfine…
Bugün ilk hedef ‘Schloss Charlottenburg’ (Charlottenburg Sarayı). Berlin’in en büyük sarayı olan ‘Charlottenburg’ şehrin biraz dışında olduğu için günübirlik bilet alıp tramvayla gittik. Gittiğimizde sarayın bahçesindeki manzaralar bizi bizden aldı.
Günün ikinci yarısında soluğu ‘Q’damm’da aldık. ‘Q’damm’, ‘Champs-Ellysee’den sonra görebileceğiniz en güzel alışveriş caddesi. Cadde aslında bir bakıma Bağdat Caddesi’ni de andırıyor. Caddede tüm lüks markaları ve eşliğinde lüks arabaları görmeniz mümkün. Ama caddenin en ilgi çekici mağazalarından biri hiç şüphesiz ‘KaDeWe’. Size tavsiyem bu mağazaya kesinlikle aç gitmeniz. En üst katı gurme katı olarak hazırlanmış!!!!!! Binlerce çeşit içki, çikolata, peynir ve istediğiniz her şeyi fazlasıyla bulabileceğiniz bir mağaza. İstediğiniz ürünü de seçip anında pişirttirip yemeniz mümkün. ‘Q’damm’ üzerinde bulunan ‘Kaiser-Wilhelm-Gedächtniskirche’ (Yıkık Kilise)’nin tepesi 2. Dünya Savaşı’nda zarar görmüş ve o haliyle muhafaza ediliyor. Şehirde Hitler ile alakalı en ufak bir şey görememenin verdiği şaşkınlık (gerçi hak da veriyor insan) ve Yahudiler için yapılmış anıtın ardından bu kiliseyi de görmek, insanın üzerinde tuhaf bir etki bırakıyor. Gün boyunca yorulup sonrasında leziz Alman pastalarının tadına bakmak için Kempinski Hotel’in altındaki Reinhard’s Café’ye gidebilirsiniz. Günü Berlin’in ünlü parkı ‘Tiergarten’da yürüyüş yaparak tamamladık.
BERLİN 4. GÜN: Büyüleyici Potsdam…
‘Potsdam’ şehri Berlin’e trenle 50 dakika mesafede ve doğallığını korumuş olağanüstü bir yer. Potsdam aynı zamanda Brandenburg eyaletinin başkenti ve UNESCO Kültür Mirasları listesinde Almanya’nın en zengin varlığını oluşturan şehir. Tüm günümüzü burada geçirdik; tarihe, sanata ve güzelliklere doyduk. Muhteşem sarayları, insanı şaşırtan parkları, gölleri, nehirleri ve her köşesinde barındırdığı ayrı mimari güzellikleri olan Potsdam kentinin en büyük şansı 2. Dünya savaşından hiç zarar görmemiş olması. Görülmesi gereken yerleri yazacağım ama tüm şehri görün diye kısaca ifade etmek daha uygun.
Şehir Prusya yönetimi sırasında; Prus, Rus, Alman, Fransız, Hollanda, Belçika mimarileri muhteşem bir şekilde harmanlanmış ve ciddi bir şehircilik anlayışıyla birleştirilmiş. Ayrıca, tam 20 gölden ve birçok nehirden oluşuyor. Tren ile ‘Potsdam’a ulaştıktan sonra, otobüse binerek en büyük saray olan ‘Neues Palais’ durağında indik. Potsdam Üniversitesi ise sarayın hemen arkasında kalan oldukça haşmetli bir bina. ‘Neues Palais’ gerçekten çok etkileyici.
Sarayı gezdikten sonra sırada ‘Sanssouci Park’ var. Fransızca ‘umursamazlık’ anlamına gelen bu parkta ismine yakışır bir şekilde umursamazca dinlenin! Parkın içindeki Chinese House’a da- ki altın dan yapılmışçasına tüm ihtişamı ile sizi karşılayacak-uğramayı ihmal etmeyin.
Parkın sonunda ‘Sanssouci Sarayı’na ulaşılıyor. Sarayın ibretlik bir de öyküsü var: Kral Büyük Friedrich ‘Potsdam’da bir saray yaptırmak ister ve sarayın daha büyük olmasına engel olan değirmenin satın alınarak yıkılmasını emreder. Ancak, sahibinin değirmeni satmaya niyeti yoktur. Kral, adamlarıyla değerinin çok üstünde para vereceği haberini gönderse de, değirmenci teklifi reddeder. Bunun üzerine II. Friedrich, değirmencinin yüzüne kendisinin kral olduğunu, istese değirmeni para vermeden de elinden alabileceğini haykırır. Değirmenci, büyük bir soğukkanlılıkla bunu yapabileceğini söyledikten sonra insanlık tarihinin en unutulmaz yanıtlarından birini verir: “Ama unutmayın ki, Berlin’ de hakimler var. Hiçbir güç, hiçbir iktidar, kral dahi olsa adaletten üstün değildir!” Bir değirmencinin Alman Kralı II. Friedrich’ e söylediği bu söz, adaletin karşısında herkesin eşit olduğu gerçeğini taçlandırmıştır. Aşağıdaki fotoğrafta sarayı ve değirmeni birlikte görüyorsunuz. Sarayları gördükten sonra ‘’Brandenburg’’ kapısına gittik, aman Berlin’deki ile karışmasın! Bu kapı 1771 yılında ‘Potsdam’ şehrine özel yapılmış. Hemen oradaki muhteşem dondurmacı ‘’Das Eis Haus’’da mutlaka ama mutlaka dondurma yemelisiniz. Şehrin içinde ise ‘Holländische Vierte’ (bitişik nizamda Hollanda evleri) mutlaka görülmeli.
BERLİN 5. GÜN: Son çırpınışlar…
Evet bugün Berlin’de son günümüz olduğu için görmeniz gereken son yerleri yetiştirmeye çalıştık. Uyanır uyanmaz soluğu ‘East Side Gallery’de aldık. Soğuk savaş yıllarının sembolü olan duvarın kalan 1.3 km uzunluğunda bir parçası sanatçılar tarafından ele geçirilip dünyanın en büyük açıkhava galerisine dönüştürülmüş. ‘East Side Gallery’de resim yapmak için politik bir duruş, insan haklarına saygı şart: biz gezenler için ise doyumsuz anlar kaçınılmaz.
‘East Side Gallery’deki gezimizi de tamamladıktan sonra Berlin’e kadar gelip, Almanya-Acı Vatan söylemlerine ve Küçük Türkiye olarak nitelendirilen ‘Kreuzberg’e uğramak bir fikir, ama ben zaten içinde yaşıyorum gerek yok da denebilir, tercih sizin. Kreuzberg’te yürürken gerçekten de kendinizi Türkiye’de hissedeceksiniz. Yüksek binaların balkonlarının hepsinde Türkiye’ye döndürülen çanak antenler mevcut. Mağazalardaki tabelalar Türkçe olup, sokakta herkes Türkçe konuşuyor olacak. Balıkçı, pastane, lokanta, kırtasiye ne ararsanız var.
‘Kreuzberg’i de tamamladıktan sonra sırada ‘Hackesche Höfe’ var. Burası yan yana binalardan inşa edilmiş olup, labirent şeklinde koridorlardan geçip farklı farklı minik ve vintage butiklerin olduğu bir açık hava yerleşkesi. Binaların altındaki bahçelerden geçip bağlantılı olan diğer binaya ulaşabiliyorsunuz. Buradaki gezimizi de tamamladıktan sonra sırada meşhur ‘Humboldt Üniversitesi’ni görmek vardı. ‘Humboldt Üniversitesi’ Berlin’in en büyük, Almanya’nın en eski ve dünyada önemli üniversitelerden birisi. Albert Einstein ve Karl Marx gibi pekçok ünlü kişinin buradan mezun olduğunu da belirteyim. Üniversitenin hemen yan tarafında 1.Dünya Savaşında hayatını kaybedenler için “Dünya Savaşı Şehitler Anıtı” yani ‘Neue Wache’ bulunuyor.
YEME-İÇME ÖNERİLERİ
Cookies Cream– Kapalı depo gibi yerin içinden geçilerek ulaşılan bu gurme restaurantında yediklerimiz muhteşemdi, kesinlikle tavsiye ediyorum (Pazar ve Pazartesi kapalı)
Voo Café-‘Kreuzberg’de bir apartman avlusunda konuşlanmış küçük bir vaha, kahve ve çay uzmanlık alanları
Monkey Bar-Akşamüstü keyifli saatler için
Sucre et Sel– Fransız lezzetleri, doyumsuz
Enoteca L’Angolino– Herşeyden öte antep fıstıklı ravioli’si için bile gitmeye değer
Reinhard Cafe– Kempinski Hotel’in altındaki, pastaları için mutlaka
‘Cafe Einstein’-Kahvaltının adresi, hiç olmazsa ‘apfelstrudel’ yenmeli
‘Das Eis Haus’-Potsdam’ın yenmeden dönülmemesi gereken dondurmacısı
Berlin ve Potsdam’da mutlaka
Görün-Bizden bir parça olan ‘Zeus tapınağını’ görün.
Şenlendirin-‘Potsdam’ parklarında hem akciğerlerinizi, hem de gözlerinizi şenlendirin.
İçin-Mutlaka ‘Berliner Weiße’ veya diğer Alman biralarından için.
Yiyin-Almanya’ya özgü lezzetler baharatlı sosis ‘Currywurst’ ve tatlı çörek
Çekin-‘East side Gallery’de bol bol fotoğraf çekin.