Goncagül Haklar, Mayıs 2014
Lizbon, yedi tepesi, Haliç’i andıran Rio Tejo’su ve boğaz köprümüze benzeyen köprüsü nedeniyle İstanbul’u andıran bir şehir. Diğer Avrupa şehirleri gibi eski kentin aynen korunduğu, güneşli, sakin ve keyifli bir başkent burası. Karşı kıyıda görülen kollarını açmış İsa heykeli yani ‘Cristo Rey’ Rio’dakinin aynısı imiş. Ülke 2. Dünya savaşına girmediği için şehri koruyucu İsa olarak tüm şehre hakim bir tepe üzerine dikilmiş. 1877 yılında bir deprem geçiren Lizbon 1966 yılında Salazar döneminde yeniden kurulmuş. Salazar köprüsü, yeni adıyla 25 Nisan köprüsü de o dönemde yapılmış. Aslında 25 Nisan köprüsü İstanbul’dakinden çok San Francisco’dakine benziyormuş.
Lizbon, Avrupa’nın ana turistik noktalarından biri olmadığı için çok fazla turist kalabalığı olmaması bir avantaj. Zaten öyle Eyfel ya da Kolezyum gibi tek başına önemli bir eseri de yok. Ancak, ilginç yapılanması olan Alfama ve Graça sokaklarında kaybolmak, Fado dinlemek, güzel şaraplarından içmek, Avrupa kıtasının en batı ucunu ziyaret etmek (Dünyanın sonu!!!!), masal şatolarında gezmek ve en önemlisi sıcakkanlı ve turistsever Portekizlileri tanımak için mutlaka gezginlerin listelerinde yer alması gereken bir hedef.
Henüz uçak inerken İsa heykeli, Tejo nehri ve ‘Vasco de Gama’ köprüsü bizi karşıladı. Lizbon havaalanı oldukça küçük, ama ferah ve iyi organize edilmiş. Havalanından şehir merkezine gitmek için metro kullandık. Girişteki bilet makinalarından 0,50€ ya kağıt bir kart aldık. Sonra da bilet seçeneklerini değerlendirdik. Tek yön 1,25€, gidiş dönüş 2,50€ ve 24 saat 6,00€ gibi seçenekler vardı. Bu bileti daha sonra otobüs, metro, tramvay ve ‘Bairro Alto’ya çıkan tarihi ‘Santa Justa’ asansöründe kullanabileceğimizi düşünerek 24 saatlik bilet aldık. (güncel tarife için http://www.carris.pt/pt/tarifario-2014). Otelimiz Anjos metro istasyonunun hemen çıkışındaki Hotel Travel Park Lisboa. Kendi halinde, çok merkezi ve 2013 yılında ‘mükemmeliyet ödülü’ almış. Öğlen saatlerinde otelde olduk ve eşyalarımızı bırakarak yarım günlük bir program olduğu için Belem’e gittik.
BELEM 1. GÜN: Tadı damağınızda kalacak…
Metro ile gittiğimiz Comercio meydanından 15 numaralı tramvaya atlayıp Belem’e gittik. Belém telaffuzu biraz zor bir yer. é harfi (eyyyğğğ), m harfi (n) şeklinde okununca Beleyyyğğğn gibi okunuyor. Belem diye sorunca yerli halk boş boş bakıyor (Onlar Çultaahmet diyince biz hemen anlıyoruz, çok mu çok zekiyiz). UNESCO dünya mirası listesindeki Belem yapılarından geç gotik tarzındaki ‘Dos Jeronimos’ Manastırı önünde tramvaydan indik. Oldukça görkemli ve etkileyici olan bu yapı 1. Manuel tarafından 1495 yılında yaptırılmış, tarzı da 1. Manuel tarzı olarak adlandırılıyor (tarz sahibi adammış). İnşaatında ‘Vasco de Gama’nın hindistandan getirttiği beyaz kum ve taşlarla ile sömürgelerden gelen altınlar kullanılmış. İnşaat 150 yıl sürmüş ve finansmanı için baharat yolundan kazanılan paralar kullanılmış. Bütün denizciler seyahat öncesi burada dua ederlermiş. İçeride ‘Vasco de Gama’nın mezarı var, kapıdan girişte hemen sağda. Onun seyahatleri sırasında hep yanında olan ‘Luis Camoes’in mezarı da hemen karşısında (burada da yolları bir olmuş yani). Portekiz’in en büyük şairi olan Fernando Pessoa’nın da mezarı kilise içerisinde. Kilisenin içi epey ihtişamlı.
Sonrasında günün en önemli aktivitesini gerçekleştirdik. Portekizin en meşhur tatlısı olan Belem turtası veya Nata yemeye manastırın hemen yanındaki ‘Pasteis de Belem’e gittik. Pastane kiliseye 100 metre uzaklıkta. 1834 yıllarında ilk pasta yapımına rahipler manastırda yaptıkları şarapları tortudan arındırmak için yumurta akı kullanırlarmış, daha sonra ellerinde biriken yumurta sarılarından bu tatlıyı yapmaya başlamışlar. Oldukça kalabalık ama direnip başaranların ödülü milföy hamurunun biraz yumuşağından yapılmış çanaklara doldurulmuş ve fırınlanarak üzeri karamelize edilmiş kremalı bir tatlı olan natalar, gerçekten çok lezizler. Tadı damağınızda kalıyor ve ne Portekiz’de, ne de Dünya’nın başka bir yerinde bu lezzeti bir daha bulmanız mümkün değil. Pastanenin içi tarihini sergileyen seramik panolar ile kaplanmış. Zaten Portekiz mimarisinin en önemli öğeleri bu seramikler. Binaların içlerinde ve dışlarında kullandıkları bu birbirinden renkli seramikleri seyretmeye ve fotoğraflamaya doyamayacaksınız.
Tatlılarımızı yedik, enerji dolduk. Sonraki hedefimiz yine UNESCO kültür mirası listesinde olan ve suyun içinden yükselen Belem kulesi ve keşif anıtı idi. Kuleye gitmek için karşıya, deniz kenarına geçtik ve parkın içinden çok keyifli yürüyüş ile kuleye ulaştık. Belem kulesi 1521 yılında mimar Diego Boitaca tarafından yapılmış ve 15 yy.da Kuzey Afrika sahillerine hareket eden tüm gemilerin çıkış noktası imiş. Kaptanların denize açılmadan önce, görevlerini ve nereye gideceklerini buradan yazılı bir dilekçe alarak öğrenirlermiş-olay anahtar teslim yani, manastırda duayı et, kuleden dilekçeyi al, yallah! ‘Vasco de Gama’ da 1498 de buradan yola çıkarak Hindistan’a kadar gitmiş. Normalde karada olan kule 1755 depreminde kenardan koparak 200 metre kadar denizin içine oturmuş. Kulenin alt kısmında 1. Manuel tarafından yapılmış olan zindanlar var ki ölüme terk edilmiş olan suçlular burada tutulurmuş. Bileti 13€ ve hem içini, hem de alt kattaki zindanları gezmek mümkün. Kulenin hemen yakınında ‘Keşifler Anıtı’ yani ‘Padraodos des Cobrimentos’ yer alıyor. Yukarıya bir asansörle çıkmak mümkün ve İsa heykelinin görülebileceği en yüksek nokta burası imiş. Ayrıca 50 mt. yükseklikten Lizbon ve Belém’e farklı bir açıdan da bakılabilir. Kule 1960 yılında denizci Henri onuruna dikilmiş, anıtta da Henri en önde ve ardında ona eşlik eden denizci arkadaşları var. Kambersiz düğün olmaz, Vasco de Gama da burada. Denize doğru yönelmiş görkemli anıtın en ucunda kaşif, arkasında ise temsili bilim adamı, yazar, din adamı, asker, ressam gibi figürler var, anlamı ise, “medeniyet götürüyoruz” imiş. Anıtı geçerek yürümeye devam ettiğimizde Denizcilik müzesi’ne geldik. Bu müzenin bitişiğinde, ‘Gulbenkian’ tarafından finanse edildiğinden onun adı verilmiş, bir de planetaryum mevcut. Hemen karşıda Belem Kültür Merkezi, Portekiz’in en büyük kapalı kültür alanı. İçindeki Berardo Çağdaş Sanat müzesi de arzuya göre gezilebilir.
Akşam yemeği için tercihimiz Trip advisor’da 2094 restaurant icinde 6. sırada olan Cantinho Lusitano idi, ancak mutlaka rezervasyon ile gidilmeli. Burası oldukça küçük ve salaş bir yer. Daha lüks bir yer isteğiniz varsa hemen yakında bulunan meydandaki ‘de Castro’ restaurant’ı da çok iyi bir alternatif. Bu 2 mekan otele biraz uzak ama Lizbon’da taksi çok ucuz olduğundan tercih edilebilir.
LİZBON 2. GÜN: Kıvrım kıvrım sokaklar, gezginler seramikleri kovalar…
Güzel bir uyku ve kahvaltı sonrası enerjik bir şekilde şehir turumuza başladık. Metro ile şehir merkezinden ‘Rio Tejo’ nehrine açılan ‘Comercio’ meydanına geldik. Burası depremle yıkılmadan önce büyük sarayın bulunduğu yermiş. ‘Rio Tajo’ İspanya’da doğan ve Portekiz’de Atlas Okyanusu’na dökülen İber Yarımadası’nın en uzun nehri. Nehrin toplam uzunluğu 1.038 kilometre ve 716 km’si İspanya topraklarında, 275 km’si Portekiz topraklarında, 47 km’si ise İspanya ile Portekiz arasında sınır oluşturmakta. Meydandan içeriye doğru dev bir kemerden (Arco da Rua Agusta) geçerek girdik. ‘Rua Augusta’ araç trafiğine kapalı, Lizbon’un ana alışveriş caddesi. ‘Rua Agusto’ya girdikten sonra sağda MUDE yani Tasarım ve Moda Müzesi gezilebilir. Giriş katında 20. yüzyılın sanat ve moda tarihi dersi niteliğindeki kalıcı koleksiyonları, üst katlarda ise süreli sergiler yer alıyor ve giriş ücretsiz!
Cadde boyunca ilerleyip ‘Barrio Alto’ya geçmek için tarihi ‘Santa Justa’ asansörünü kullandık (24 saat geçerli biletimizi dün almıştık). Mimaride demir-çelik kullanımının ilk örneklerinden ve Eyfel kulesi’nin inşa ettiren Gustave Eiffel tarafından yapılmış.
Asansörden çıkınca sizi küçük bi ‘café’ karşılıyor ama burada oyalanmayıp devam ederek Lizbonun en önemli café’lerinden biri olan ‘A Bresileira café’yi hedeflemekte fayda var. Kapısındaki bronzdan Fernando Pessoa’nun oturuş pozunu taklit ederek bir anı fotoğrafı çektirilebilir. Sonrasında ‘Rua Agusta’ya dönüp sırtımızı ‘Arco da Rua Agusta’ya verdiğimizde sağ tarafa doğru yönlenerek yürümeye başlayarak Alfama ve Graça’ya doğru yola çıktık. Alfama Lizbon’un en eski mahallesi. Bu mahalleyi yürüyerek gezmek şart çünkü ne otomobillerin, ne de tramvayın girebildiği labirentvari dar sokaklarını keşfetmek gerekiyor. Bu da biz tabanvayseverlerin olmazsa olmazlarından. Alfama sokakları acılı Fado şarkılarının doğduğu yer olarak da biliniyor.
Fado latince kökenli ve kader kelimesinden geliyor: biraz tango, biraz flemenko karışımı. Keşifler döneminde uzun deniz yolculuğuna çıkıpta dönmeyen kocalarının ardından eşleri ağıtlar yakarlarmış. O günden bu yana da buna saygıdan tüm gemilerde siyah bir şerit varmış. Şarkıcılar (fadista) tüm duygularını şarkı sözlerine aktarıyorlar; özlemlerini, aşklarını, unutamadıklarını…. Fadistaların şarkı söylerken kullandıkları siyah şal onların duygularını ve hüzünlerini ifade şekli. En meshur fadista Amalia Rodruguez yani Portekizin sesi sokakta meyve satarken keşfedilmiş ve küçük yaşlarda sahne çıkmış (küçük Amalia-tam bir Türk filmi gibi…). En meşhur cümlesi de “ben fado söylemiyorum, o benim içimde”.
Yol üzerindeki Largo Das Portas Do Sol meydanından 12 numaralı tramvay ile Sao Jorge kalesine tırmanılabilir. Biz yürüyerek çıkmayı tercih ettik. Kaleye giriş kişi başı 6€. Şehrin yedi tepesinden en yükseğindeki kaleye manzarayı seyretmek ve fotoğraf çekmek için çıkılabilir. Vişne likörü Portekiz’ de mutlaka içilmesi gereken geleneksel bir lezzet. Kale girişindeki dükkanda çikolatadan yapılmış minik bardaklarda içtiğimiz vişne likörü (Ginjinha) tüm gezi boyunca tattıklarımız içinde en iyisi idi. Ginjinha liköründen önce biraz tadıyor ardından bardakla birlikte hepsini ağzımıza atıyoruz (Afiyet olsun yine bekleriz).
Alfama’dan sonra Graça’ya geldik. Burası da Alfama’ya benzer eski bir mahalle. ‘Miradouro’ yani manzaralı teras denilen iki harika yer var Graça’da. Miradouro da Senhora do Monte epey yüksek bir noktada ve kaledekinden de güzel bir görüş açısına sahip. Diğeri, yani Convento da Graça’da bir kafe hizmet veriyor. Alfama ve Graça’da dolanırken atlamamanız gereken en önemli özellik Azulejos, yani daha önce de bahsettiğim bina cephelerindeki el yapımı seramikler. Hemen hepsi orijinal, en az yüz yıllık, çoğunluğu geometrik ama yer yer figüratif desenli seramik karolar bunlar. Geometrik desenlerinin kökeni de Lizbon’daki iki yüz yıllık İslam hakimiyeti döneminden geliyor. Türkiye camilerindeki süslemelerle parallelikler göstermesi insana memleketinden bir hava getiriyor adeta. ‘Museu Nacional do Azulejo’ya, yani çini müzesine, gidip orayı da gezmek mümkün. Bu müze eski bir manastır binasında yer alıyormuş ve üst katında Lizbon’u panoramik olarak gösteren bir çini mevcutmuş. Ama biz tabanvaysever gezginler ara sokaklarda dolaşarak kendi kolleksiyonumuzu oluşturduk.
Biz gezmedik ama Lizbon’da bir ilginç müze de Gulbenkian Müzesi imiş. İstanbul Üsküdar doğumlu bir Ermeni olan Gulbenkian Osmanlı’nın belli bölgelerinde petrol yataklarını bulan ve aynı zamanda da BP’nin de kurucusu olan kişiymiş. Müzenin kolleksiyonunun oldukça zengin olduğu söyleniyor.
Yürüyüş turunu tamamlayarak Figueira meydanına geldiğimizde Rua Agusto’nun diğer ucuna dönmüş olduk. Agusto caddesinin bulunduğu Baixa mahallesi şehrin ızgara planlı tek bölgesi. Buna neden olan şey de 18. yüzyıldaki büyük depremle bu bölgenin tamamen yıkılması ve sıfırdan planlanarak inşa edilmesi. Akşam yemeği için rezervasyonumuzu küçük bir aile işletmesi olan ‘Sr. Fado de Alfama’ya yaptırmıştık. Bu restaurantta karı-koca birlikte çalışıyorlar. Kadın yemekleri mutfakta bizzat kendi yaparken, kocası da tüm içtenliği ile servisi yapıyor. Yemek servisi bittikten sonra masaları toparlayıp müzisyen arkadaşları ile mikrofon bile olmadan canlı Fado söylüyorlar. Çok keyifli bir gece geçirdik. Lezzetli yemekler, harika müzikler ve işletmeci karı-kocanın sizleri de dahil ettiği sıcak sohbet ortamı ile gecemiz mükemmel geçti.
SİNTRA 3. GÜN: Uyuyan güzel mi desem, pamuk prenses mi?
Bugünü Lizbon’un çevresini keşfetmeye ayırmıştık. İlk durağımız olan Sintra Lizbon’a 25km uzaklıkta ve Lizbon ile çevresindeki turistlik alanlar içerisinde dört mevsim ziyaret edilebilen, Portekiz krallarının ortaçağdan günümüze kalan saraylarının bulunduğu muhteşem bir yer. Bu saraylar; ‘Palacio Nacional de Pena’, ‘Vila de Sintra’, ‘Palacio Nacional de Sintra’, ‘Palacio Nacional de Queluz’. Saraylarının hepsi çok büyük ve her birini gezmek için en az bir saat ayırmak gerekiyor buna ek olarak muhteşem bahçeleri de çabası. Eğer birgün yada yarım gün ayırdıysanız bu saraylardan birini ya da ikisini gezecek kadar zamanınız var demektir. Lua dağının tepesine kurulu olan ‘Palacio Pena’ mutlaka gezilmeli. Gezi yoğun olduğu için, saat 8 de Lizbon’dan çıktık, Rossio meydanından veya Entre Campos (Metro Sarı Hat) tren istasyonundan tren ile (tren hep Linha 2-yani 2. hattan geçiyor) Sintra’ya gitmek mümkün. Yolculuk yaklaşık 45 dakika sürüyor. Trenden indikten sonra 434 nolu otobüsü (Sintra-Palacio Pena-Sintra) kullanarak ‘Palacio Pena’ya gittik. Bilet gişesinden saray kapısına kadar olan transfer €2 gidiş-dönüş transferi ve her 15 dakika da bir var.
Pena Sarayını yaptıran 2.Dona Maria (1813-53) 1826-28 yılları ve 1834-53 yılları arasında bu sarayda yaşamış. Kraliçeliğinin ikinci periyodunda kral 2.Fernando ile birlikte burada yaşamış. Kral 2.Fernando sarayın bahçe düzenlemesinide yaptıran kişi. Sarayı gördüğümüzde inanamadık; pamuk prensesin doğduğu şato ile uyuyan güzelin sonsuz uykuya yattığı şato arasında zihinlerimiz gitti geldi. Masal kitaplarından çıkmışçasına renkli, desenli ve kuleli muhteşem bir saray vardı karşımızda.
Odalar mimari açıdan çok iyi korunmuş. Abanoz ve ceviz mobilyalar, değişik renk ve desende halılar ve tüm dokumalar ilk günkü parlaklığında sanki. Porselenlerin, gümüşlerin, vitrayların güzelliğini anlatacak kelimeler bulamıyorum. Kral ve kraliçenin banyolarındaki konfor insani bugünkü teknoloji düşündüğünde bile şaşırtıyor. Tavan süslemelerinde ve kemerlerde İspanyol-Arap mimari stilleri hemen farkediliyor. Yemek salonundaki muhteşem sofra tüm haşmetiyle sanki birazdan kral ve kraliçe yemek yemeğe gelecekmiş gibi hazırlanmış. Sofradaki kraliyet armalı porselenlerin müze mağazasında replikalarını bulmak mümkün. Kraliçe terası Sintra’yi seyretmek için ideal, terasta ki güneş saati de görülmeli. Ayrıca elçiler salonu, çini salonu, şapel, mutfak ve mutfak malzemeleri görülebilecek başlıca bölümler. Hepsi paha biçilmez eserlerle dolu. Çok sayıda büyüklük olarak mütevazı olsalarda değer olarak paha biçilmez oda var. Herbiri itinayla döşenmiş. Flaş kullanmadan fotoğraf çekilebiliyor (giriş ücreti €6, Pena Sarayı+Mouros (kale)=€14). Saray bahçesi manzara açlığımızı tamamen doyururken bol oksijen almamızı ve D vitamini sentezlememizi de sağlayacak bu yürüyüş yapmamıza da olanak verdi. Saray sonrası Sintra’nın içinde gezindik, yine çikolatadan yapılmış bardağıyla sunulan ginjinha liköründen tattık. Küçük bir bit pazarı günün sürprizi oldu, hesaplı alışveriş için tezgahlar dikkatlice incelendi.
Masallar diyarı Sintra’yı arkamızda bırakıp ikinci durağımız Cabo Da Roca’ya doğru pazarlık yaptığımız taksi ile yola koyulduk. Sintra-Cabo Da Roca arası yaklaşık 30 dk. Burası Avrupa kıtasının en batı ucu yani Dünyanın sonu!!! Burada koordinatları belirten üstünde büyük bir haç olan bir işaret vardı.
Akşam yemeği için Lizbon’a trenle döndük ve gezinin en keyifli yemeği için önceden rezervasyon yaptırdığımız Grapes and Bites’a gittik. Şarabımız Quinto do Carmo eşliğinde nefis Portekiz peynirleri ve etleri ile başlayan yemeğimiz harika tapaslarla devam etti. Yine keyif, hep keyif…
PORTO 4. GÜN: Porto şarabı gibi tatlı…
Bugünü Porto’da geçirdik. Porto okyanusa dökülen ‘Douro’ nehri etrafına kurulmuş. Esas şehir nehrin kuzey yakasında kurulu, güneyindeki bölge ise ‘Vila Nova de Gaia’ ismini alıyor. Bu iki yakayı birbirine bağlayan 6 köprü mevcut. Şehir UNESCO tarafından tarihi şehir olarak kabul edilmiş. Porto’ya tren ile gittik. Önce yeşil hattı kullanarak (Telherias yönü) Alameda’ya, oradan kırmızı hatta aktarma yapıp Aeroporto yönündeki Oriente’ye gittik. Mimar Santiago Calatrava tarafından tasarlanan istasyon oldukça ilginç. Peronların üstünü örten katedral çatılarını andıran çelik yapı ve garın esas taşıyıcısı olan brüt betondan strüktür başlı başına bir sanat eseri gibi duruyor. Bilet gişesinden Porto trenine gidiş dönüş bilet aldık. Bu arada -ida gidiş- volta dönüş -carr vagon- lug koltuk- demek, ingilizce yazmıyor aramayın. Yaklaşık 3 saatte Porto’daki Campanha istasyonuna vardık. Buradan merkeze yürümek yaklaşık 10 dakika ama metro/ tren ile ana istasyona (S. Bento yani merkeze) 1 duraklık mesafe var.
Rio Douro nehri üzerinde ilk köprü Ponte da Arrabida, ikinci köprü Ponte da Luiz.1, ki bu köprüde Gustava Eiffel mükemmel bir iş çıkarmış. Köprünün yer aldığı bölgede her iki tarafta restaurantlar, kafeler, hediyelik eşya satan dükkanlar mevcut. Karşı kıyı Gaia tarafı ve büyük şarap firmalarının satış mağazaları da yine bu kıyıda.
Nehir kenarında keyifli bir yürüyüş ile ortamın havasını kokladık. Sonra öğle yemeğimiz için Ponte da Luiz köprüsüne geri döndük. Bir grup genç köprüde toplanmış şarkılar söyleyerek sırayla nehire atlıyorlardı.
Öğle yemeğimiz için hemen setin üzerindeki Don Tohno isimli lokanta’yı tercih ettik. Burası Vedat Milor’un şiddetle tavsiye ettiği bir mekan. Kendisi şöyle anlatıyor: “Masaya oturur oturmaz önümüze müessese hediyesi olarak gelen salam ve sucukların lezzetini unutamıyorum. Ekmekler de gayet güzel. Nehir manzaralı muhteşem masamızda peynir ve şarküteri ile başladığımız öğlen yemeğimizi Carvalhais-Duque di Viseu-2009’un nefis lezzeti eşliğinde ahtapot salatası ve lokantanın spesyalitesi olan bol domates suyu içinde pişirilmiş pirinçli bir deniz ürünleri yahnisi ile tamamladık.
Kıyıdan içeriye girdiğimizde ilk durak Porto Katedrali (Se Katedrali). Dış görüntüsü oldukça sade ama içi oldukça gösterişli. Yukarı doğru yürüyerek ünlü ‘Sao Bento’ tren istasyonuna ulaştık. Oldukça küçük ama turistlerin aşırı ilgi gösterdiği bir nokta. Tren istasyonunun giriş bölümü mavi çinilerle kaplı bir galeriyi andırıyor. 16.yüzyılda manastır olarak kullanılan bina çok büyük bir yangın geçirmiş ve daha sonra yeniden yapılandırılarak tren istasyonuna dönüştürülmüş (bizim mevcutları yakıp devre dışı bıraktığımızı hatırlayınca insan hüzünlenmeden edemiyor). Nostaljik yapı gerek dış görünüşü, gerekse ülkenin tarihinin resmedildiği Portekize özgü azulejos seramik panolarla sizi bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Daha sonra yukarı doğru yolumuza devam ederek ‘Das Carmelitas’ sokağında bulunan ve 100 yıllık bir kitapçı olan Lello’yu gezdik. Gotik tasarımı ile insanı büyüleyen, hatta Harry Potter kitaplarının içine girmişcesine hissettiğiniz bu iki katlı mağazanın özellikle asma katına çıkan merdivenleri ve ahşap işçiliği insanı büyülüyor. Mağaza içerisinde fotoğraf çekilmesine izin veriyorlar, hatta gezmeye gelenlerden de çok mutlu oluyorlar (Rua das Carmelitas 144, 4050-161 Porto).
Porto’da ki Vista Alegre porselenleri meraklılarına şiddetle tavsiye edeceğim ürünlere ev sahipliği yapıyor. Her Portekizli hanımın hayallarini süsleyen, evlenecek genç kızların çeyizlerinde yer almasını arzuladıkları porselenler bunlar. Ürünler gerçekten muhteşem!
Porto’da bir diğer dünyaca ünlü ürün Porto şarabı. Standart şaraplarda alkol oranı %11-12 oranında iken, Porto şarabının alkol derecesi %20. Bu nedenle Porto şarabı yemek şarabı olarak içilmiyor. Genelde beyazı yemek öncesinde aperatif olarak, kırmızısı ise yemek sonrasında dijestif olarak tüketiliyor. Şaraplar fermente edilirken içerisine brandy eklendiği için hem alkol oranı daha yüksek hem daha tatlı oluyormuş. Tawny türü şarap en yüksek alkollü olanı ve yemekten sonra tercih edileni. Rubby daha hafif içimli tatlı bir şarap. Nehrin karşı kıyısındaki Gaia bölgesinde belli başlı şarap üreticilerinin hem gezi, hem de satış yaptıkları büyük mağazalar var. Ama bunlar fazla turistik. Benim size tavsiyem Vitoria bölgesindeki Caves Messias. Burası butik bir şarap dükkanı. Sahipleri çok ilgili ve bilgili. Farklı şarapları tatma imkanınız oluyor. Çok ucuza muhteşem şaraplar alabiliyorsunuz.
Bizdeki Beyoğlu emsali bir cadde olan Santa Catarina caddesi ile, Sa da Bandeira caddesindeki Bolhao pazarını gezilebilecek diğer yerler.
Benim gitme fırsatım olmadı ama havaalanına giderken kırmızı hat üzerindeki Moscavide durağında inip Avrupa’nın en uzunu olan 17 km’lik Vasco da Gama köprüsü ve Vasco da Gama kulesi görülebiliyormuş. Vasco do Gama köprüsünün bir bölümü, altından vapurlar geçebilsin diye asma, diğer kısımları direkt ayaklı yapılmış.
Portekiz’de mutlaka…
Tadın-Bol bol Portekiz’e özgü pişiriliş deniz ürünü tadın.
Yiyin-Belem turtası yiyin.
Dinleyin-Mutlaka ama mutlaka fado dinleyin.
Alın-Porto’nun nefis şaraplarında alın.
Görün-Avrupa kıtasının en batı ucunu görün.
İçin-Vişne likörü için.
Çekin-Portekiz saraylarında fotoğraflarınızı çekin.
- 25 Nisan köprüsü
- A Bresileira café
- Alfama
- Arco da Rua Agusta
- Barrio Alto
- Belem
- Belem kulesi
- Belem turtası
- Berardo Çağdaş Sanat müzesi
- Comercio meydanı
- Cristo Rey
- Dos Jeronimos
- Fado
- Fernando Pessoa
- Graça
- Gulbenkian
- Gustave Eiffel
- Keşif anıtı
- Lizbon
- Luis Camoes
- MUDE
- Nata
- Padraodos des Cobrimentos
- Pasteis de Belem
- Rio Tejo
- Salazar
- Salazar köprüsü
- Santa Justa
- Vasco de Gama
- Vasco de Gama köprüsü