Goncagül Haklar, Haziran 2015
Kopenhag (orijinal ismiyle København-Köbenhavn okunuyor ve liman anlamına geliyor) kanalları, modern mimarisi, çoğu bisikleti tercih eden güler yüzlü insanları, sanat müzeleri, sakin ve büyük parkları, zengin kültürü ve güvenliği ile gidilesi bir kent. Toplamda 443 adadan oluşan, fakat sadece 76’sında yerleşim olan, köprülerle birbirine bağlanmış, özgürlükler ile dolu bir ülke.
1. Küçük Denizkızı
2. Tivoli
3. Strøget
4. Nyhavn
5. Amalienborg Sarayı
6. Rosenborg Kalesi ve kralın bahçeleri
7. The Round Tower
8. The Marble Church (Frederick’s Church)
9. Christiania
10. Slotsholmen (The Castle Islet)-Christianburg Sarayı (parlamento)
Danimarka, Columbia Üniversitesi Dünya Enstitüsü’nün 156 ülkede yaptığı 3 yıl süren geniş çaplı araştırmanın sonucuna göre dünyanın en mutlu ülkesi. Birleşmiş Milletler Dünya Mutluluk Raporu da dünyanın en mutlu insanlarının Danimarka’da yaşadıklarını söylüyor.
Şehir 1728 ve 1795 yıllarında geçirdiği iki büyük yangın ile ciddi hasar görmüş. Anlatılana göre ilk yangını mumu deviren küçük bir çocuk çıkarmış! Binaların tahtadan ve birbirine yakın yapılmasından ders almayan halk, ikinci yangından da benzer akibete uğrayınca daha kurallara uygun, taştan ve araları açık binalar yapmaya karar vermiş. O zaman surlarla çevrili olan şehrin anahtarı bir tek kralda varmış. Yine anlatılana göre, ikinci büyük yangından önceki gece bir etkinlik çerçevesince bütün itfaiyeciler içip sarhoş olmuşlar. O gece yangın çıkmış, fakat itfaiyeciler kapı kapalı olduğu icin şehrin etrafından gidip su getirememişler, çünkü kimsenin o sarhoş haliyle kralın karşısına çıkıp anahtarı istemeye yüzü tutmamış ve şehir yine kül olmuş. Danimarka’lılar hiç birşeyden çekmemiş alkolden çektiği kadar. Şimdilerde musluk suyunun içildiği Danimarka’da, eskiden içme suyu olmadığı için askerlerin sıvı ihtiyaçlarını karşılaması için bira tüketme izni varmış, “bu nedenle biz hemen hemen her savaşta yenildik” diye gülerek anlatıyorlar.
Danimarka’nın resmi dili “Danca” denilen Almanca ve İngilizce karışımı bir dil. Özellikle yazılar Almanca bilindiğinde kolaylıkla anlaşılıyor.
Danimarka’da yönetim şekli anayasal monarşi. Kral IX. Frederick 1972 yılında öldüğünde ülkede ufak çaplı bir yönetimsel kaos yaşanmış. Zira kralın hiç oğlu yokmuş ve 3 kızı varmış. Dünyanın en eski kraliyet ailesinde ilk defa görülen bu durum üzerine kanunlar değiştirilmış ve II. Margrette 14 Ocak 1972’de kraliçe ünvanıyla başa geçmiş. Paris ve Londra başta olmak üzere 5 üniversite bitiren (burada bizim yöneticileri anmadan geçemeyeceğim) 2 erkek çocuk annesi II. Margrette’nin çok zeki biri olduğu söyleniyor. Üstelik bir devlet başkanı olarak insanı hayrete düşüren özellikleri varmış. 82 yaşındaki kraliçe Danca, Norveçce, İsveçce, Fransızca, İngilizce ve Almanca konuşabiliyormuş. Hatta, ‘Yüzüklerin Efendisi’ kitabını Danca’ya çeviren kişi de bizzat kraliçe imiş.
Danimarka bilinenin aksine dünyanın en düz ülkesi – sizde Hollanda olduğunu sananlardan mısınız? En yüksek nokta 1,73 cm’lik Yding-Skovhoj. Şehrin hem küçüklüğü, hem de düzlüğü nedeniyle bisiklet kullanımı had safhada. İstanbul trafiğinde en fazla rastlanan araç hafriyat kamyonlarıyken ve trafikte haydut gibi seyrederlerken, buradaki zarif bisikletleri kendilerine ayrılmış özel yollarında süzülürken görmek insanı mutlu ediyor. Kadını-erkeği, turisti-yerlisi, genci-yaşlısı-hatta çocuğu her yere bisiklet ile gidiyor. Sporu bir yaşam tarzı haline getiren Kopenhag’lılar için bu tercih vazgeçilmez. O kadar sportifler ki, örneğin her cuma akşamı paten etkinliği var. Yüz değil, 500 değil, binlerce Kopenhag’lı peş peşe takılıp şehri dolaşıyor. Hatta yanında hoparlörleri ile müzik yayını yaparak keyiflerine keyif katıyorlar. Kopenhag gezmek icin çok büyük bir şehir de değil, hele ki tabanvaysever gezginler için! Ortalama tempoyla yürüyerek şehri 5-6 saatte gezmek mümkün.
Kopenhag, Danimarka’nın başkenti olmasının yanı sıra İskandinav ülkelerinin (İsveç, Norveç ve Danimarka) eğlence merkezi olarak biliniyor. Diğer Kuzey Avrupa ülkelerinde olduğu gibi burada da herkesin boyu posu endamı yerinde, kusursuz bir cilt ve burun eşliğinde sarışın güzel kadınlar ve güzel erkeklerle dolu. Malum boyutlarımızla bizler Afrika’da safari yapılırken karşılaşılan penguenler kadar sakil duruyoruz!
İstanbul’dan Kopenhag’a yolculuk 3 saat 35 dakika sürüyor. Kopenhag Havalimanı’a (Kobenhavns Lufthavn) indiğinizde masif parkeler ile kaplı zeminler, huzurlu bir sessizlik ve gülen yüzlerin olduğu telaşsız bir ortam karşılıyor sizi. Atatürk havalimanının hengamesinden sonra afallamamak mümkün değil. Şehir merkezine taksi, tren veya metro ile ulaşılabiliyor. Terminal 3’den kalkan metro en pratiği. Metronun biletini otomatik makinelerden veya havalimanının ana giriş-çıkış salonundaki gişelerden 36 DKK (yaklaşık 12 TL) karşılığinda kredi kartı ile alabilirsiniz. Bilet 75 dakika geçerli. Şehir merkezine gitmek 15 dakika ve sadece 3 durak (Tarnby, Orestad ve ineceğiniz Central Station) sürüyor. Havaalanında para bozdurma tavsiye edilmiyor. Kopenhag’da nerede para bozdurursanız bozdurun 25 kronluk bir ücret isteniyor. Bu ücreti istemeyen yerler zaten oranlardan bu parayı çıkartıyor. Para bozdurmak için tren istasyonundaki Forex en uygun fiyatı veriyor, ancak, 25 kron kesileceği için harcamaları hesaplayıp tek seferde bozdurmakta fayda var. Kron – TL arası hesaplamayı 3′ e bölerek yapmak pratik oluyor (45 DKK-15 TL gibi).
Bizim otel tercihimiz First Hotel Mayfair. İstasyona oldukça yakın, merkezi ve güzel dekorasyonlu bir oteldi. Odaları biraz küçük ama konforluydu, banyoları ise küçük ama çok temizdi. Üç gece için toplam 500 $ ödedik.
KOPENHAG 1. GÜN: Şehri tanıyoruz…
Otele eşyalarımızı bırakarak hemen şehri keşfe çıktık. Otelden çıkıp Vesterbrogade yoluna dönüp sağa doğru yürüdüğünüzde Tivoli bahçelerini geçtikten sonra ilk hedef şehir merkezindeki belediye binası ve meydanı (‘City Hall Square’-Rådhuspladsen). Bina mimar Martin Nyrop tarafından tasarlanmış ve 1892-1905 yılları arasında yapılmış. Binada turistler tarafından gezilen 105 m.lik bir kule, piskopos Absalon’un altın heykeli ve Jens Olsen tarafından 12 yılda yapılan ve 1955’de tamamlanan astronomik bir saati var. Saatte 14000 parça mevcutmuş ve ay ile güneş tutulmalarını da gösteriyormuş. Belediye meydanı ise halkın toplandığı, etkinliklerin gerçekleştirildiği küçük ve sevimli bir meydan. Yüzümüzü belediye binasına döndüğünüzde, binanın sağ yanında Hans Christian Andersen’in heykeli bizi karşıladı. Zaten bu bulvar da aynı ad ile anılıyor. Bu yoldan devam ederek Tivoli bahçelerinin bitimindeki Carlsberg Glyptotek müzesine vardık. Müze 3 binadan oluşuyor. En eski bina 1897 yılında Vilhelm Dahlerup tarafından yapılan ve heykellerin sergilendiği bölüm. Hack Kampmann tarafından 1906 yılında tasarlanan 2. kısımda antikalar sergileniyor. Son bina 1997’de Henning Larsen tarafından tasarlanmış ve empresyonist ile post-empresyonist resimlere evsahipliği yapıyor. Müze girişindeki kış bahçesi gerçekten etkileyici. Heykel kolleksiyonun genişliği inanılmaz ve sergilenme tarzı da pek hoş. İkinci kattaki Fransız Empresyonistler koleksiyonu resimseverler için adeta bir vaha. Degas etüdleri, Monet ve Pissaro eserleri arasında kaybolmuşken karşınıza, Gauguin’in ilk dönem resimleri ve 3 adet Van Gogh şaheseri de çıkıyor. Müzenin en büyük sürprizi ise çatısındaki şehir manzaralı terası (Carlsberg Glyptotek: Dantes Plads, 7).
Müzelerin kapanış saati 17:00 olduğu için sonrasında planladığımız Ulusal müze ziyaretini bir sonraki güne erteleyip, STRØGET caddesine gidip etrafı tanımaya çalıştık. Bu cadde 1962 yılına tarihleniyor ve Avrupa’nın en eski ve en uzun trafiğe kapalı alışveriş caddesi. Uzunluğu tam 2 km. Yalnız alışveriş demişken Danimarka’nın çok pahalı bir ülke olduğunu da belirtmeden geçmeyelim. Dükkanlar hafta içi 18:00’e, cumartesi günleri 15:00′e kadar açık. Kimi dükkanların pazar günü de açık olduğu kısıtlı saatler var. Cadde belediye meydanından (Rådhuspladsen) başlayıp, yeni kral meydanına kadar sürüyor (Kongens Nytorv) ve bu meydanda bizleri 1608 yılında yapılmış olan Danimarka’nın en eski çeşmesi karşılıyor. Cadde oldukça kalabalık ve hareketli, sağlı sollu dükkanlar ve tüm bilindik markalar mevcut. İlk akşam yemeğimiz için tercihimiz ‘Restaurant Tight’. Strøget caddesini dik kesen bir ara sokakta yer alan restaurant için önceden rezervasyon yaptırdığımız için olay sorunsuz ilerledi. Gitmeyi arzu edenlere de önceden rezervasyon yaptırmalarını öneririm, çünkü buraya talep yoğun. Yemeğimiz Amalaya 2012 Tinto de Corte (Malbec, Syrah, Cabernet Sauvignon)-Arjantin eşliğinde ‘foie gras’ (ki yediğim en güzel örneklerden biriydi), keçi peynirli ızgara sebze kulesi ve dana ‘carpaccio’ ile başlayıp ana yemekte buranın spesiyalitesi olan surf ’n’ turf ile de devam etti. Son noktayı kırmızı meyve sosu ve bitter çikolata rendesi ile sunulan muhteşem bir ‘panna cotta’ ile koyduk. Dokusu ipek gibiydi, vanilyasi hiç esirgenmemişti. Dört kişi 900 DKK civarında bir hesap ödedik.
KOPENHAG 2. GÜN: Tarihin derinliklerinden, modern mimarinin doruklarına…
Otelde kahvaltı seçeneğini tercih etmediğimiz için ilk işimiz çörekleri ve ekmeklerinin güzelliği ile bilinen Emmery’s de kahvaltı. Sonraki durağımız ise Ulusal Müze (The National Museum). Müzeye giriş ücretsiz ve pazartesi hariç 10:00-17:00 arası ziyarete açık. Birinci katta Dünya insanları adı altında sergilenen Amerikan yerlileri, Afrika, Hindistan, Endonezya, Japonya, Çin, Orta Asya, Sibirya ve Grönland insanlarına ait eşyalar sergileniyor. Yine bu katta Dünya’nin halen varlığını sürdüren en eski krallığı olan Danimarka Krallığı’na (mazisi 1397’ye kadar gidiyor, Japon Hanedan’ından biraz daha eski) ait eserler de mevcut. İkinci katta ise etnolojik hazineler, oyuncaklar ve Danimarka Hikayeleri sergileniyor. Üçüncü ve son katta ise Yakın Doğu ve Klasik Antika eserleri bulunuyor.
Müzede Vikingler’e ait özel bir koleksiyon da var. İtiraf etmeliyim ki gördüğüm en etkileyici etnoğrafik müzeydi. Sadece içeriği değil, sunum dizaynları da müthişti. Mutlaka ama mutlaka gezilmeli. Yine aynı bölgedeki müzeler de tercihe göre gezilebilir. Devlet Sanat Müzesi (Statens Museum for Kunst) 1896 yılında Vilhelm Dahlerup ve G.E.W Møller tarafından İtalyan rönesans tarzında yapılmış ve 1998 yılında mimar Anna Maria Indrio tarafından tasarlanan bir bina eklentisi ile büyütülmüş. Picasso, Mantegna, Rembrandt, Matisse kolleksiyonlarına evsahipliği yapıyor. Biz yolumuza Ulusal müzenin hemen yanındaki Christianborg Sarayı ile devam ettik. Saray, parlamento binasına, başbakanlığa ve yüksek mahkemeye evsahipliği yapıyor. Orijinalinde 12.yy tarihlenen eski kale yıkıntıları var. Sonrasında 2 kez yeniden yapılmış çünkü Danimarka’da yaşanan yangınlardan burası da nasibini almış. Son hali 1918 yılına mimar Thorvald Jørgensen tarafında yapılmış. Danimarka’nın en iyi mimarlarından biri olarak bilinen C. F Hansen tarafından yapılan kilisesinin güzelliği dillere destan ama ne yazık ki sadece pazar günleri 10:00-17:00 arası ziyarete açık. Tüm bu alan aslında Slotsholmen adlı bir ada. Sonrasında Strøget caddesinde dolaşmayı hedefliyorduk ama Danimarka’nın ulusal bayramı olan Anayasa Günü nedeniyle dükkanlar kapalıydı. Biz de rotamızı Nyhaun’a çevirdik. Burası rengarenk binalarla çevrili, şirin mi şirin bir liman. Kanal 1671 yılında ticaret gemilerinin mallarını indirmesi için yapılmış. Eskiden gece hayatının merkezi burasıymış. Şimdi birçok restoran ve kafeye evsahipliği yapıyor. Bu arada Strøget caddesinin Nyhaun’a bağlandığı noktada kurulmuş şirin bir bit pazarı günün sürprizi oldu. Ayrıntılı incelenirse kaliteli malları oldukça ucuza bulabileceğiniz bir yer. Özellikle antika tutkunlarına dikkatli bir mesai önerilir.
Kanal boyunca bitişik nizamlı rengarenk binalara hayran hayran bakıyor, ne kadar güzel korunduklarına da şaşıyorsunuz. Nyhaun bölgesi kanal turlarının da başlangıç noktası. Ayrıca Kibritçi Kız, Kurşun Asker, Prenses ile Bezelye Tanesi gibi birçok masalın yaratıcısı Hans Andersen’in evleri de burada bulunuyor. Biz kanal turu ve Tivoli Bahçeleri girişini kapsayan kombine bir bilet aldık, oldukça hesaplı oldu (110 DKK). Tur çalışanlarının kibarlığı ve güleryüzü gerçekten hayrete düşürücü. Danimarka’lıların tasarım dünyasında ayrı bir yeri var. Kanal gezimiz sırasında biz de hayranlıkla eserlerini izledik. Ulusal Tiyatro binası, Opera binası ve tabii ki Kraliyet kütüphanesi. Henning Larsen tarafından tasarlanan opera binası 2005 yılından bu yana hizmet veriyormuş ve 5 katı deniz’in altında, 2 katı ise deniz’in üzerinde. Tüm bu binaların tasarımlarının yalınlığı ve yaratıcılığı gerçekten etkileyici. Keşke ülkemizde de tarihi eserlerimizin yanı sıra gurur duyacağımız tiyatrolarımız, opera binalarımız ve kütüphanelerimiz olsa diye içinden geçirmeden edemiyor insan. Kaldı ki, biz olanlara bile sahip çıkamıyoruz…
Şehrin mimari ve kültürel gururu Kraliyet Kütüphanesi nam-ı diğer Black Diamond kanal sularının binanın siyah cam yüzeyindeki yansımaları ile bir mücevher gibi parlıyor. Slotsholmen adasında bulunan Dan Kraliyet Kütüphanesi (Det Kongelige Bibliotek) 1648 yılında kurulmuş ve Kuzey Avrupa’nın en büyük kütüphanesi. The Black Diamond (Den Sorte Diamant) ise 1999 yılında Schmidt, Hammer ve Lassen mimarlık bürosu tarafından eklenmiş. (Det Kongelige Bibliotek: Soren Kierkegaards Plads No.1). Kraliyet sarayı (Amelienborg Palace) 1043 yılında Rokoko tarzında inşaa edilmiş ve 4 eş bina ile 1 adet sekizgen avludan oluşuyor. 1974′te çıkan şehir yangınından bu yana Kraliçe burada yaşıyormuş. Turun en ilgi çekici noktası küçük deniz kızı heykeli (Lille Havfrue). Andersen’in kitabından henüz çıkmışçasına tüm mahzunluğu ile 1913 yılından beri denizin içinde bir taşın üzerinde oturuyor. Aslında oldukça da cefa çekmiş; 1 kere kafası, 2 kere kolu kopmuş, defalarca da boya saldırılarına uğramış. 2010 yılında da Şanghay’daki Expo fuarında Danimarka pavyonunda sergilenmek üzere bir süreliğine oraya taşınmış-ki pavyonun tasarımına da internetten girip bakmanızı öneririm. Kanal turumuzu bitirdikten sonra Mermer Kilise veya ‘Frederick Kilisesi’ni ziyaret ettik. Kilise 1740 yılında Danimarka’lı mimar Nicolai Eigved tarafından tasarlanmış, yapımına 1749 yılında başlanmış ve 1894’de tamamlanmış. İskandinavya’nın en büyük kilisesi ve Avrupa’nın da 3. büyük kubbesine sahip. Sonra, Dan Sanat ve Tasarım Müzesi’ni (Kunstindustrimuseet) ziyaret ettik. Henning Lansen tarafında yapılan Design Museum’da modern tasarımlar-özellikle mobilya-mevcut. Dev boyutlu mobilyalarda fotoğraf çektirmek gerçekten ilginç oluyor. Bugün gerçekten sanata ve mimariye doyduk. Hem acıktığımızdan, hem de Danimarka biralarını tatma isteğiyle yanıp tutuştuğumuzdan soluğu eski çeşme’nin oradaki Café Norden de aldık. Carlsberg Danimarka’nin dünyaca ünlü bir birası, belki de en ünlüsü. İsmin kaynağına gelince, J.C. Jacobsen babası da biracılık yapan bir zat. Kraldan çok özel bir bira yapmak icin fabrika kurma izni istiyor. Son teknojileri kullanacağını, farklı formüller deneyeceğini söyleyerek kralı ikna ediyor. Bira yapacağı fabrikayı ise şehrin en yüksek tepelerinden birine koyuyor (bugün müze olarak hizmet veren bu binayı ziyaret etmek ve turun sonunda 2 değişik birayı denemek mümkün). Berg Danca’da dağ demek (artık ne kadar dağsa, en yüksek yeri 173 cm olan ülkenin). Jacobsen’in Carl adında da bir oğlu var. Oldu mu size Carl’ın dağı yani Carlsberg. Café Norden’de içtiğimiz biraların lezzeti biraseverlerin damağını şenlendiriyor, alıştığımız üzere yanında patates kızartması yok ama nachos yiyerek hem keyifleniyor, hem de güzel havanın tadını çıkarıyoruz (4 kişi 485 DKK ödedik). Karnımız tok, sırtımız pek hale gelince yeni hedefimize doğru yola koyuluyoruz. Tivoli Bahçesi 1843 yılında açılmış. İçerisinde restoranlar, göller, konser salonları ve lunapark var. Walt Disney’in Disneyland’i kurmadan önce bu parktan esinlendiği söyleniyor. İçinde 1930’dan beri çalışan (bilinen en eski) tahtadan yapılmış oyuncaklar var (roller coaster anlamında). Danimarka’lılar mutlu bir şekilde çimenlere yayılmış, güzel havanın tadını çıkarıyorlar. Özellikle çocukları ile beraber Kopenhag’ı ziyaret edecek olan gezginler için olmazsa olmaz bir adres. Akşam yemeği için rezervasyon yaptırdığımız ‘The Admiral Hotel’ bünyesinde hizmet veren ‘SALT Restaurant ve Bar’a ulaşmak için otelde biraz dinlenip tekrar Nyhaun bölgesine yürüyoruz. Danimarka’da akşam yemeklerinde yerel yemekler tatmak pek olası değil, çünkü bu özellikte yerler sadece öğlen hizmet veriyor. SALT’ı tercih etmemizin nedeni bazı Danimarka lezzetlerini akşam yemeğinde tadabilecek olmamız. Şarap tercihimiz olan Bibbiano Monternello-Chianti Classico eşliğinde Danimarka peynirleri ve kurutulmuş et ile başladık. Biberiye tadı ve kokusunu hissettiğimiz et gecenin favorisi oldu. Ana yemeğimiz mürver çiçeği ve yeşil domatesli ‘roast angus beef’. Tatlı tercihimiz ise crème brulee’den yana oldu. Şeker tabakası ince ve çıtır, çıtırdı. Alt tabakası ise tadına dolgun ama yumurta tadı hissedilmediğinden gayet hafif. Dört kişi 1000 DKK civarında hesap ödedik.
KOPENHAG 3. GÜN: Bahçelerde gezerim, sahillerde göz süzerim…
Güne Rosenborg Sarayı ile bahçelerini ziyaret ederek başladık. Rosenberg Sarayı 1606 yılında yapılmış ve halen kraliyet kolleksiyonlarını, özellikle mücevherlerini sergilemekte kullanılıyor. Bahçesi de halka açık bir park aynı zamanda. Ülkenin zorlu hava koşullarında böyle güzel bir bahçeyi yapabilmek ve aynı zamanda halka açık olan bu alanı koruyabilmek gerçekten takdir-e şayan. Sonrasında, moda tutkunlarını sevindirecek kuzeyli moda markaları ve tasarımcılarının çarpıcı mağazaları için Stroget’in paralelindeki arka sokaklarda biraz dolaştık. (Gronnegade, Kronprinsensgade, Pilesstraede, Ny Ostergade ve çevresindeki tüm ara sokaklar). Kopenhag’ı birde tepeden görmek için Yuvarlak Kule’ye çıktık. Giriş 25 DKK. Kule 1637-1642 yılları arasında Kopenhag Üniversitesi tarafından astronomik gözlem için yapılmış. Kule 36 m. yüksekliğinde ve 210 m.lik bir yürüyüş yolu ile tepeye ulaşılıyor. Balkona ulaştığınızda 360 dolaşarak tüm Kopenhag’ı seyretmeniz mümkün. En üst katında teleskopu da görülebilir. Kopenhag LEGO’nun anavatanı. Lego, Leg godt: yani iyi oyna! kelimelerinin kısaltılmasıymış. Lego 1934 yılından bu yana 7’den 70’e herkesin sevgilisi. Stroget Caddesi’ndeki Lego mağazasında insan boyunda lego’dan heykeller var. Günün ikinci yarısında Malmö’ye gittik. Tren istasyonuna giderek biletlerimiz aldık (kişi başı 89 DKK) ve beklerken ‘Joe and the Juice’ tercihi ile hem nefis sandviçler yedik, hem de doyumsuz meyve suyu karışımlarından tattık. Öğle yemeği için diğer bir tercih Grams Laekkerier olabilir, ama haftasonları kapalı olduğunu ve hafta arası da 15:00 gibi servisini kapattığını hatırlatayım. Kopenhag ile Malmö Oresund köprüsü ile birbirine bağlı. Yolculuk 34 dakika sürüyor. Küçük ama sevimli bir şehir-teknik üniversitenin eski ile yeninin birleştiği binasını, kongre merkezinin önündeki güneşlenme teraslarını ve ilginç heykelini, halkın haftasonunu geçirmek için tercih ettiği huzurlu şehir parkını ve Malmö şatosunu bir çırpıda geziyoruz. Sonrasında deniz kenarına yürüyoruz. Doğadan tad almayı bilen, huzuru ve mutluluğu yaşam tarzı haline getirmiş olan İsveç’liler tıpkı şehir parkında olduğu gibi burada da aileleri ve dostları ile keyifle muhabbetteydiler. Baltık denizi beklediğimizin aksine şaşırtıcı bir şekilde ılıktı. Hatta denizde kuğular bile yüzüyor. Biz de İsveçlilere uyup deniz kenarında keyfettik. Sonrasında şehrin içinde dolaşarak tren istasyonuna geri döndük. İsveç para birimi İsveç kronu olduğu için kredi kartı ile otomatik makinelerden biletimizi alıp, geri döndük (kişi başı 105 isveç kronu). Akşam yemeği için rezervasyonumuz sevimli bir fransız restaurant’ınaydı. Chez Bruno’da Saintayme 2011 Saint-Emillion Grand Cru eşliğinde fransız peynir tabağı, sonrasında çikolata ve frambuaz soslu deniz tarağı ve mevsim sebzeleri eşliğinde kırmızı şarap soslu ızgara biftek ve karamelize yabani soğan yedik ve 4 kişi 1180 DKK ödedik.
Alternatif olarak oldukça ilginç bir geçmişe sahip olan Christiania ziyaret edilebilir. Bir grup hippi ve evsiz NATO’ya karşı eylemlerini burada sürdürmüş, toplumdan farklı olarak kendilerine özgü bir yaşam tarzı geliştirmiş ve uzun süren mücadelenin sonunda şehrin bir kısmında “kısmen” özerk bir bölge elde etmişler. Bu bölgenin özelliği Kopenhag’da uyuşturucu kullanılan tek yer olması. “Green Light District” olarakta anılıyor (Amsterdam’da ki Red Light’a selam çakar şekilde). Bölgenin kendi bayrağı, kendi kültürü ve yaklaşık 1000 kişilik nüfusu varmış. Bölge halkı gelirleri ortak kasada toplayıp, gönüllerinden ne koparsa devlete elektrik ve su parası olarak veriyormuş. Bölgeye araba girişi yasak, evlerde ısıtma gibi sistemler ise bulunmuyormuş. Bölgenin kendi koyduğu kurallar var ve eğer ziyaret edilecekse bunlara uymak “şiddetle” tavsiye ediliyor. En önemli yasak ağır uyuşturucu kullanımı. Marijuana gibi uyuşturucuları almak ve içmek serbest, ancak, daha ağırlarını kullanmak hem ziyaretçiler, hem de bu bölgede yaşayanlar için yasakmış. Hatta çok sık gidip test yaptırmışmak zorundalar. Eğer kanlarında ağır uyuşturucu madde bulunursa, devletin Christiana bölgesini 3 ay kapatma hakkı varmış. Yılda bir kaç Kopenhag’lılara konser vererek para kazanıyorlarmış. Her türlü “kamu görevlisi”nin girişi de yasak. Ama en önemlisi, fotoğraf çekmek yasak!
Kopenhag’da mutlaka…
Tadın-Yerel biraları, üstü açık sandviç ‘smorrebrod’ları, pastanelerdeki nefis ekmek ve çörekleri mutlaka tadın.
Dinleyin-Şehrin gözbebeği Opraen (Opera) da bir sanat etkinliğine katılıp opera dinleyin.
Alın-Bu tasarım şehrinden evde kullandığınızda keyfinizi yerine getirecek, güzel bir aksesuar alın.
Oturun-En keyifli cafelerde oturun.
Ayırın-Modern mimari inceleme ve hayran kalmak için vakit ayırın.
Çekin-Özellikle liman bölgesindeki renkli güzel minik evlerin mutlaka fotoğraflarını çekin.
Alın-Kusursuzu arayanlar el yapımı Royal Copenhagen porselenlerinden evinize bir hediye alın. “Çok pahalı” diye düşünenler için ‘seri sonu-indirimli’ ipucumuz geliyor! (Mağaza: Amagertorv,6) (Fabrika Satış Mağaza: Sondre Fasanvej.9 Frederiksberg).
- Amelienborg Sarayı
- Black Diamond
- Carlsberg
- Carlsberg glyptotek
- Christiania
- Cristianburg sarayı
- Dan sanat ve tasarım müzesi
- Danimarka
- det Kongelige Bibliotek
- Frederick kilisesi
- Green Light District
- Hans Christian Andersen
- Kopenhag
- küçük deniz kızı
- Kunstindustrimuseet
- Lego
- Lille havfrue
- Mermer kilise
- National museum
- Nyhaun
- Opera binası
- Opraen
- Oresund köprüsü
- Radhuspladsen
- Rosenberg Bahçeleri
- Rosenborg Sarayı
- Royal Copenhagen
- Slotsholmen
- Stroget
- Tivoli
- Ulusal müze
- Yuvarlak kule