Goncagül Haklar, Mart 2017
Renklerin tuvallerdeki dansı beni hep etkilemiştir. Özellikle empresyonizm akımının sıkı bir takipçisi olarak gittiğim müzelerde bu eserleri bulmayı ve tabloların karşısına geçip tatlı hülyalara dalmayı pek severim. Empresyonistlerin resmettikleri yerleri görmek, soludukları havayı solumak ve renk cümbüşlerini izlemek için Fransa’nın kuzeyinde onların ayak izlerini takip etmeye karar verdim. Paris içi ve sayfiyelerini kapsayan bu rotayı konaklama ve yeme-içme kısmı Paris’te olmak üzere günübirlik geziler olarak gerçekleştirdim, böylelikle ünlü yerel ‘blogger’ tarafından önerilen yeme-içme mekanlarına da vakit ayırabildim. Aslında geziyi geçen bahar yapmıştım ama yazıyı derleyip toplamaya yoğun iş tempom ve geziler nedeniyle ancak fırsat bulabildim.
Öncellikle empresyonizmi kısaca anlatayım. Dünyayı ışık içinde eriten ve renklere bölen bir resim akımı olan empresyonizm (izlenimcilik) görünen şeylerin kesin hatlarıyla çizilmesi ve kopya edilmesi değil, iç dünyada bıraktığı izlenimin ve verdiği duygunun tuvale aktarılmasıdır. Akımın öncüleri arasında bulunan Monet, Renoir, Sisley, Pissaro, Manet ve Cézanne fotoğraf makinesinin geliştiği dönemde birebir görüntü üretmek yerine, insan beyninin dış görselliği algılayışını, fiziksel dünyadan zihnimizde kalan çağrışım parçacıklarını yansıtmayı hedeflemişler.
Empresyonizm akımında açık havaya çıkan ressamlar, artık gün ışığının nesneler üzerindeki titreşimlerini yani o değişken, uçucu izlenimleri resmetmişler. Böylece paletleri aydınlanmış, tabloları göz alıcı bir ışık ve renk cümbüşüne dönmüş. Gün ışığını oluşturan yedi rengi -gölge vereceğiz diye siyahla kirletmeden- olduğu gibi tuvallerine aktarmışlar, gölgenin de aslında bir renk tonu olduğunu ifade etmişler. Onlara göre nesnelerin de kendi değişmez renkleri yok, aldıkları ışığa göre deniz kızıla, bir katedral cephesi ya da ot yığını mavi-kavuniçi bir görünüme bürünebiliyor.
1.GÜN=ROUEN ve LES ANDELYS
Fransa’nın kuzey-batısında bulunan Normandiya bölgesi hem Manş denizine hem de Atlas okyanusuna bakan muhteşem kıyıları ile tanınıyor. Normandiya’nın renkli ve güzel kasabaları ile gel-git olaylarının yaşandığı sahilleri ve falezleri uzun yıllar empresyonist ressamlara modellik yapmış.
Rouen, Paris’e yaklaşık 140 km uzaklıkta ‘Seine’ nehri üzerine kurulmuş ve sokakları tarih kokan küçük bir şehir. Paris St. Lazare istasyonundan tren ile 1 saatte ulaşılabiliyor. Bölgenin yıllarca merkez şehri olmasıyla beraber Fransa tarihinde Burbonlar dönemi olarak bilinen IV Henry ile başlayıp 1789 yılında Louis XVI dönemi ihtilali ile biten süreçte hanedanlığın geldiği şehir olarak da biliniyor.
Bu küçük şehri bu kadar önemli kılan bir dizi özellik daha var. Bunlardan ilki büyük hayranı olduğum ünlü Fransız empresyonist Claude Monet tarafından resmedilen Rouen Katedrali. İkincisi Yüzyıl Savaşları sırasında (ki aslında 116 yıl sürer, bilgi yarışmalarının en çeldirici sorularındandır) İngilizlere karşı savaşan ve ölümünden yüzyıllar sonra kendisine azizelik ünvanı verilen Jeanne D’Arc’ın şehir meydanı ‘Place du Vieux Marche’ da cadılık suçlaması ile yakılması. Üçüncüsü ise ortaçağdan kalma saat kulesi ‘le Gros Horloge’ (tepesine çıkıp manzara seyredilebilir).
Rouen Katedralinin bulunduğu yerde 4.yy’da bir kilise varmış. Bu kilise zamanla genişletilmiş ve 769 yılında Şarlman burayı ziyaret etmiş. Vikingler 9.yy’da şehri ele geçirip Normadiya düklüğünü burada kurmuşlar ve kiliseyi büyütüp, St Romain kulesini eklemişler. Yıldırım düşmesi ile harap olan katedralin yerine 12’yy’da yenisi yapılmış, o da yanmış. Defalarca yıldırım düşmesi ve yangınlar atlatan katedral Gotik yapısı korunarak onarılmış. 1880 yılına kadar en yüksek katedral olma özelliğini taşırken bu ünvanı Köln katedraline kaptırmış. İkinci Dünya Savaşı sırasında önce İngilizler, sonra da Amerikalılar tarafından bombalanmış, ‘St Romain’ kulesi yanmış, hatta çanlar erimiş.
Fransız empresyonist Claude Monet ‘Rouen Katedrali’ni günün ve yılın farklı zamanlarında bir seri olarak resmetmiş. Ön çalışmaları 1892-1893 yıllarında katedralin karşısındaki sokaklarda kiraladığı yerlerde yapan ressam, 1894 yılında stüdyosunda resimlerin son halini vermiş. Toplamı 30’un üzerinde olan bu seriden 20 tanesini seçerek Paris’te bir galeride sergileyen ressam, eserlerden 8’ini hemen satmış. Dönemin yine ünlü empresyonistleri Pissaro ve Cézanne sergiye gelerek, bu seri ile ilgili övgülerde bulunmuşlar. Monet’nin ‘Rouen Katedrali’ serisini yaptığında ışığın zamana ve atmosferik etkilere bağlı değişiminin cisimleri üzerindeki etkilerinden uzun süredir etkilendiği biliniyormuş. Hatta, ışığın cisim üzerindeki etkisinin cisimden daha önemli olduğuna inanmaktaymış. Yaptığı bu ve benzeri seri çizimler de adeta bunu ispatladığını ifade ediliyor. Monet kendi hatıralarında seri resimlerin zorluklarından bahsetmiş ve kabuslar gördüğünü, her gün daha önce görmediği bir ayrıntı farkedip bunu resimlere eklemeye çalışarak imkansız bir döngüye girdiğini eklemiş. Monet’nin en sevdiğim eserlerinden olan bu serinin 26 tanesinin yerlerini ve özelliklerini bulabildim ve ifade etmeliyim ki bunlardan 9 tanesini bizzat görmüşüm, her biri ayrı ayrı nefes kesiciydi:
- ‘The Portal (Grey Weather)’-Musee d’Orsay
- ‘The Portal in the Sun’-özel kolleksiyon
- ‘Rouen Cathedral (Symphony in Grey and Rose)’-National Museum of Wales, Cardiff
- ‘Rouen Cathedral (The Portal in the Sun)’-National Gallery of Art, Washington, D.C.
- ‘Rouen Cathedral (The Portal in the Sun)’-Metropolitan Museum of Art
- ‘Rouen Cathedral’-Pushkin Museum, Moscow.
- ‘Rouen Cathedral’ (End of the Day, Sunlight Effect)-Musee Marmottan, Paris
- ‘Rouen Cathedral’- özel kolleksiyon
- ‘Rouen Cathedral’-Narodni Muzej, Belgrade
- ‘Rouen Cathedral (The Portal and the Tour d’Albane)’-Musee des Beaux-Arts, Rouen
- ‘Rouen Cathedral (The Portal and the Tour d’Albane, Morning Effect)’- Musee d’Orsay
- ‘Rouen Cathedral (The Portal, Morning Effect)’-Beyeler Gallery, Basle
- ‘Rouen Cathedral (The Portal and the Tour d’Albane at Dawn)’-Museum of Fine Arts, Boston
- ‘Rouen Cathedral (The Cathedral in Fog)’-özel kolleksiyon
- ‘Rouen Cathedral (The Portal)’-Pushkin Museum, Moscow.
- ‘Rouen Cathedral (The Portal)’-National Gallery of Art, Washington, D.C.
- ‘Rouen Cathedral (The Portal, Morning Fog)’-Museum Folkwang, Essen
- ‘Rouen Cathedral (The Portal, Morning Effect)’-Basil P. Goulandris, Switzerland
- ‘Rouen Cathedral (The Portal, Morning)’-Fujikawa Gallery, Tokyo
- ‘Rouen Cathedral (The Portal, Harmony in Blue)’- Musee d’Orsay
- Rouen Cathedral’ (Sunlight Effect)- Museum of Fine Arts, Boston
- ‘Rouen Cathedral (The Portal)’Kunstsammlungen Schlossmuseum, Weimar
- ‘Rouen Cathedral (The Portal at Midday)’-Sterling and Francine Clark Art Institute, Williamstown.
- ‘Rouen Cathedral (The Portal)’- özel kolleksiyon
- ‘Rouen Cathedral (The Portal and the Tour d’Albane in the Sunlight)’- Musee d’Orsay
- ‘Rouen Cathedral’-London Christie’s, 1995
Rouen katedralini gezdikten sonra kısa bir mola vermek istedik. Katedrale ait mezarlığın yan sokağındaki ‘Dame Cakes’ pastoral havasıyla bizi hem cezbetti. Kendi elleriyle yaptıkları tart, pasta ve şekerlemeleri satan 2 kadının keyifli bir dekorasyon ile bütünleştirdikleri bu mekanı kesinlikle öneriyorum. Muhteşem tatlı büfesi ve upuzun çay listesi hepimizi heyecanlandırdı. Tek sorun ingilizce bilmemeleri. Envai çeşit tarttan dış görünüşüne göre seçtiklerimize farklı çaylar eşlik etti. Beni bilenler bilir, ağzıma çay koymam. Ama çay menüsündeki empresyonist çayını görünce, hemen sipariş ettim-hani içersem belki bende öyle resimler yapabilirim diye-ama fayda etmedi! Yine de belirtmeliyim ki bol lavanta ve papatyalı çay çok nefisti.
Jeanne d’Arc’a da bir paragraf açalım. 1412 yılında çiftçi bir ailenin ortanca kızı olarak doğan Jeanne d’Arc, 16 yaşınayken evden ayrılmış ve din adamlarının oluşturduğu bir kurulun sınavını geçerek Yüzyıl Savaşları’nda İngilizlere karşı çarpışan Fransız ordusuna katılmış. Özellikle ‘Orleans Kuşatması’nda gösterdiği yararlılıklar ile ‘Orleans Bakiresi’ lakabını almış. 1431 yılında İngilizler tarafından yakalanmış ve Rouen katedralinde kurulan engizisyon mahkemesi sonrası cadılık ile suçlanarak kent merkezinde diri diri yakılmış. Yakıldığı yere 1979 yılında modern mimari ile bir kilise yapılmış-ki oldukça etkileyici. Ölümünden 490 yıl sonra öldürme kararını veren aynı kilise tarafından azize ilan edilmiş. Ölmeden önce ve öldükten sonra adını korumak için görülmüş tüm mahkeme kayıtları bugün Fransa Ulusal Kütüphanesi’nde saklanmaktaymış. Yaşadığı tarihteki diğer kişiler ile kıyaslandığında, hakkında en çok şey bilinen kişilerden biri olduğunu ve pek çok filme konu olduğunu da ekleyeyim.
Rouen önemli bir yazarın da doğum yeri. Modern romanın kurucularından kabul edilen ve özellikle ünlü eseri “Madame Bovary” ile tanınan Gustave Flaubert 1821 yılında burada doğmuş ve Paris’te hukuk eğitimi gördüğü 5 yılın haricinde hep burada yaşamış. Yazarın evi müze haline getirilmiş durumda (1, rue Lecat, off Boulevard des Belges)
Rouen’e kadar gelmişken yakın komşulukta nerelere gidilebilir derseniz, ‘Dieppe’ 45 dakikalık mesafede ve deniz kenarında şirin bir sayfiye, ‘Les Andelys’ kalesi ile ünlü bir ortaçağ kasabası, ‘Honfleur’ 90 km batıda ve 17.yy liman şehri, ‘Le Havre’ UNESCO Kültür Mirası listesinde yer alan mimari eserleri ile biliniyor, ‘Bayeux’ iki buçuk saatlik bir tren yolculuğu ile ulaşılabilecek halıcılığı ile tanınan bölge, ‘Giverny’ Monet’nin evinin olduğu kasaba, ‘Lille’ ise müzeleri ile meşhur. Kısacası, her zevke göre seçenek mevcut.
Benim tercihim Les Andelys oldu. ‘Seine’ nehri kıyısına kurulmuş olan bu kasaba, Paris’e 100 km ve Rouen’e 40 km mesafede. Kireçtaşı tepeleri ve ‘Seine’ nehri tarafından oyulan vadisi ile Fransa’nın kuzeyinin en güzel manzaralarından birini görmek istiyorsanız, doğru yerdesiniz. İsminin çoğul olmasının da çağrıştırdığı gibi kasaba 2 bölümden oluşuyor: ‘Grand-Andely’ ve ‘Petit-Andely’. ‘Grand-Andely’ kültürel ve dini bir merkez olan bir Roma şehri, ‘Petit-Andely’ ise kasabanın ünlü kalesi ile beraber kurulmuş ve tamamen Norman. Sen nehri kıyılarında muhteşem manzara eşliğinde yürüyüşler yapmak için ideal bir nokta. Ayrıca, kasabanın tepelerindeki ‘Château Gaillard’ yıkıntıları tarihsel açıdan çok önemli.
Ulaşım oldukça kolay, Paris-Rouen hattındaki ‘Gaillon Aubevoye’ ve ‘Vernon’ tren istasyonlarından otobüs ile ulaşılabiliyor Her iki istasyondan hafta içi ve Cumartesi dahil olmak üzere 220 numaralı hat günde 4 servis, ‘Gaillon Aubevoye’dan ise 290 numaralı hat günde 7 servis yapıyor. ‘Rouen’ ve ‘Les Andelys’ arasında ise günde tek sefer servis yapan 530 numaralı bir otobüs var. ‘Gaillon Aubevoye’ istasyonu ile ‘Les Andelys’ arası yaklaşık 15 km ve taksi ile 30 euro civarında tutuyor.
‘Château Gaillard’ Normandiya dükü ve İngiltere kralı I. Richard (ki zat-ı şahanelerini Aslan Yürekli Rişar olarak biliriz) tarafından tasarlanmış ve 1196-1198 yılları arasında rekor bir sürede yaptırılmış. Fransa kralı Philippe Auguste’a karşı Rouen kasabasını korumak için inşa edilen, yaratıcısı gibi gücü ve yenilmezliği temsil etmek üzere yapılan bu kale, savaşçı güçlerine çok güvenen I.Richard gibi sadece birkaç yıl ayakta kalabilmiş (Bu arada I. Richard’ın mezarı Rouen katedralinde). I.Richard’ın ölümünden sonra tahtı ele geçiren Fransa kralı Philip önderliğinde 1203 yılında ilk kez kuşatılan kale ve içinde yaşayanlar açlık ve soğuk ile yaşamaya mecbur edilerek ölüme terkedilmişler. 1449 yılına kadar Fransızlar ve İngilizler arasında sürekli el değiştiren kale bir dönem kraliyet sarayı olarak da kullanılmış. Kalenin son ev sahibi kral 4.Henry. Kalenin yıkılmasını buyuran kişi ise bizzat kardinal Richelieu (böylece Robin Hood karakterlerinden girip, 3 silahşörler karakterlerinden çıktık). Yıkıntılara yürüyerek veya araç ile ulaşmak mümkün ve yoldaki manzaralar da nefes kesici. Kale 1862 yılından beri Fransa’nın önemli kültür miraslarında biri olarak kabul ediliyor ve 15 Mart-15 Kasım arası ziyarete açık.
Bu kasabada gezilmesi gereken bir diğer eser ‘Grand Andely Notre Dame Collegiate Church’. Bu kilise 511 tarihinde yapılan ilk Norman kilisesinin yerine 13.yy da yaklaşık 500 yılda inşa edilmiş. Gotik kilisenin 16.yy’a tarihlenen vitray camları tam bir sanat şahaseri. Ahşaptan oyulmuş olan orgu ise 1573 yılına tarihleniyor. Görülmesi gereken son eser ise ‘Petit Andely Saint Sauveur Church’. Kalenin yapıldığı dönemde yaklaşık 3000 işçinin kullanımı için inşa edilen bu kilisenin yapımına 1198 yılında başlanmış ve sadece 4 yılda bitirilerek 1202 yılında hizmete açılmış. Tek parçadan oluşan yapı mimarlık otoriteleri tarafından sade bir mücevher olarak tanımlanıyor.
Kasabanın meydanındaki ‘Sainte Clotilde Miraculous Spring’ su kaynağının ilginç bir hikayesi var. Rivayet odur ki 511’e tarihlenen ilk Norman kilisenin yapımı sırasıda işçiler sıcaktan ve susuzluktan dert yanınca kral Clovis’in eşi azize Clotilde dua etmeye başlamış ve kazı sırasında bir kaynak suyu belirmiş, bununla da kalmamış dua sonucunda bu su harareti kesmesi için şaraba dönüşmüş!
‘Seine’ nehri boyunca da mutlaka yürümek gerekiyor. Nehir kıyısında yer alan ve 1780 yılında yapılmış olan St. James Hastanesi oldukça ilgi çekici. Nehir kıyısı pek çok empresyonist ressama da ilham kaynağı olmuş. Bunlardan en ünlüsü Paul Signac. Signac’ın ilk resimlerinde empresyonist etkiler görülürken, daha sonra Georges Seurat’nın çalışmalarında etkilenerek empresyonizme özgü kısa fırça darbelerini bırakmış ve yan yana konmuş pek çok ufak renk noktasıyla resim yapmaya başlamış. Bu noktalar az sayıda temel renkten seçiliyor, ama bilinçli olarak seçilen ve yan yana getirilen temel renk noktalarıyla her tür ara renk oluşturulabiliyormuş. Signac böylece puantilist stili benimseyerek neo-empresyonizm veya post-empresyonizm akımının kurucularından olmuş. Ressam’ın ‘Les Andelys’i resmettiği bir dizi çalışması mevcut ve bunlardan biri Musée D’Orsay’da görülebilir. Signac’ın bir dönem İstanbul’a geldiğini, Şeker Ahmet Paşa’nın misafiri olduğunu ve İstanbul’u resmettiğini de ekleyeyim.
Burada nerede yiyelim derseniz ‘La Chaine d’Or’ tarihi 1751 yılına kadar giden ünlü bir Fransız restaurantı.
2.GÜN: VERNON-GIVERNY
Vernon şehri ve onun doğa harikası Giverny köyü Fransa’nın pek çok yeri gibi cennetten bir köşe. Ama buranın çok önemli bir özelliği daha var. Büyük hayranı olduğum ünlü empresyonist ressam Claude Monet ömrünün son 43 yılını Giverny’deki evinde geçirmiş ve çalışmalarını burada sürdürmüş. O yüzden, Paris’e gelen ve imkanı olan empresyonizm hayranları Giverny’yi ve Monet’nin evini mutlaka görmeliler. Evi gezi planları içine almayı düşünenleri önceden uyarayım, ziyaretçiler Mart sonundan Kasım başına kadar kabul ediliyor ve biletler de mutlaka önceden alınmalı, zira çekik nüfusunun hayli ilgi gösterdiği bir mekan (burayı yılda 600,000 kişi ziyaret ediyor).
Giverny’nin Paris’e uzaklığı 80 km. Özel araç ile otoban kullanarak ulaşmak mümkün. Ama otoban yerine ‘Cergy’ üzerinden, özellikle ‘Magny-en-Vexin’den sola sapıp ana yoldan çıkarak gidilirse manzaralara doyum olmayacağı ifade ediliyor. Toplu taşıma ile gidecekler ise ‘Saint Lazare’ Garı’ndan kalkan tren ile yaklaşık 40-60 dakikada ‘Vernon’a ulaşabilirler. Önce Vernon biraz gezilip, sonrasında 5 km.lik bir yürüyüş yolu ile Giverny’ye varılabilir. İstasyon kalkışlı servis aracı hizmeti de var. Trenle Vernon’a gelmek kolay, çünkü ilk istasyondan biniyorsunuz ama Paris’e geri dönmek biraz zahmetli olabiliyormuş. Dönüş treni büyük olasılıkla Le Havre’dan kalktığı için istasyona -çoğunlukla- dolu geliyormuş ve Vernon’dan trene bindiğinizde merdivenlerde oturacak yer bulduğunuzda kendinizi şanslı hissedebiliyormuşsunuz. Tabii bu söylediğim özellikle yazın ve hafta sonları için geçerli.
Giverny eski taş evleri, Arnavut kaldırımlı sokakları ve balkonlardan sarkan çiçekleri ile tipik bir Normandiya köyü. Beşyüz kişinin yaşadığı bu küçük köyün odak noktası Monet’nin evi. Benim gibi ustanın büyük bir hayranıysanız, onun eserlerini yarattığı ortamı görmek, bahçelerinde dolaşırken adeta resimlerinin içinde yaşamak hayal gibi. Bunun yanı sıra, eğer bir doğa hayranıysanız da Monet bahçelerindeki renk cümbüşü sizi çok etkileyecek ve evin bahçesi sizin için tam bir cennet olacak.
Monet 1883’ten 5 Aralık 1926’da ölene kadar yani tam 43 yıl ikinci eşi Alice ve 8 çocuğu ile bu evde yaşamış. Yeşil panjurlu, pembe boyalı uzunlamasına bir planı olan bu ev aslında oldukça mütevazı ama içinde bulunduğu bahçe o kadar güzel ki, insan ister istemez çok etkileniyor. Pekçok eserin yanı sıra bu evin şöyle bir önemi daha var. Claude Monet, ‘Orangerie Müzesi’deki o meşhur dev nilüferler tablolarını vaktiyle bu atölyede yapmış. Giriş kapısından direkt bahçeye yönleniyorsunuz ve kendinizi cennet gibi bir yerde buluyorsunuz. Bence kendinizi kaybetmeden önce Monet’nin evine girip geziye buradan başlamak en doğrusu.
Evin yeşil basamaklı merdivenlerinden çıkıp önce verandaya ulaşıyor, sonra da içeriye giriyorsunuz. Evin tüm odaları meyilli bahçedeki harika bir yeşilliğe bakıyor. Evin giriş katında soldan devam ettiğinizde en etkileyici bölüm, bir zamanlar Monet’nin atölye olarak da kullandığı büyük salon. Karşıdaki kocaman pencere içeri harika bir ışık dolduruyor. Duvarlarda da birbirinden güzel tablolar var ama Monet’nin asıl koleksiyonu ‘Musée Marmottan’da sergileniyor. Yukarı çıktığınızda Monet’nin yatak odasına girip soldan devam ediyorsunuz. İçerinin dekorasyonuna mı, bahçenin peyzajına mı bakacağınızı şaşırmış bir şekilde hayran hayran dolaşıyorsunuz. Evdeki en şirin köşelerden biri ise dikiş odası olarak düzenlenmiş minik bölüm. Üst kattaki odaları sırayla turladıktan sonra tekrar alt kata inip evin diğer köşesine geçiyorsunuz. Bu bölümde sarı tonları ile harika bir yemek salonu bekliyor sizi. Hemen yanında da mavi-beyaz renkleri ve duvarlarında takılı bakır kapları ile muhteşem bir mutfak var.
Mutfakla birlikte evin iç mekan gezisi de bitmiş oluyor ve mutfak kapısından verandaya çıkıyorsunuz. Şimdi ‘Le Clos Normand’ (Normand Bahçesi) olarak geçen bahçenin içinde kaybolma zamanı. Monet, bahçesini tanzim ederken çiçekleri gruplar halinde organize etmemiş, aksine renklerine ve renk kontrastlarına göre gruplayıp tabiri caizse hoş bir evlilik yapmalarını ve serbestçe büyümelerini sağlamış. İyi bir ressam olduğu kadar, iyi bir bahçıvan olmakla da övünen Monet ömür boyu arkadaşlarıyla bitki değiş-tokuşu yapmış ve hep nadir türlerin peşinde koşmuş. Özellikle zor bulunan mavi renkli çiçekleri araştırmış ve onları tuvallerine de yansıtmış.
Bahçe belirli bir yürüme parkuru dahilinde geziliyor, bu da bahçenin korunması açısından mantıklı aslında. Bahçenin en alt kısmına indiğinizde dönüp tekrar eve bakmalısınız, biraz yeteneği olanlar hemen eskize başlamak için yanıp tutuşacaklardır eminim. Bu noktada nerede bu nilüferler diye seslendiğinizi duyar gibiyim. Bahçenin sağ alt köşesindeki merdivenlerden inerek bir alt geçitle yolun karşı tarafına geçiyoruz ve bahçenin ikinci güzel kısmı yani ‘Jardin d’Eau’ (Su Bahçesi) burada başlıyor. Monet bu araziyi 1893 yılında alıp bahçesine katmış ve japon bahçelerinde görülen tüm eğriler ve asimetrilerle düzenlemiş. Göreceğiniz japon köprüsü, uygun mevsiminde sudaki ‘les nymphéas’- nilüferler, güneşin ve bulutların sudaki yansımaları sizi bir Monet tablosundaymış gibi hissettirecek. Bu noktada empresyonistlerin ışığın maddeler üzerindeki etkilerini biz gafillerden nasıl farklı gördüklerini de bizzat idrak ediyoruz.
Monet kayığı ile kendi yarattığı yapay gölette dolaşıp nilüferleri istediği gibi şekillendiriyor ve sonra resmediyormuş (kayığı da hala göl kenarında duruyor). El arabasına doldurduğu tuvalleri günün her saati ışığın durumuna göre başka yerlere taşıyormuş. Monet’in torunu Philip Piguet dedesi için “Giverny’de bir mikrokozmos yaratmıştı ve her şeyin merkezinde kendisi vardı. Bir resme başladığında hayat ona göre düzenleniyordu. Çocuklarının çiçeklere dokunmasına dayanamayıp onları başkalarının bahçesine gönderiyordu” diyor. Belirtilmesi gereken bir diğer noktada ilk defa bir ressamın resmetmeden önce doğayı şekillendirmesi, yani Monet bu bahçe ile ilgili eserlerini 2 kez yaratmış oluyor.
Monet 5 Aralık 1926 yılında ölünce ev, resimleri ve topladığı Japon eserler hayattaki tek oğlu olan Michel Monet’ye miras kalmış. Kendisi biraz hayırsız bir kişi imiş, mülk ile hiç ilgilenmeyip Afrika safarilerinde aslanların kaplanların peşinde koşmayı tercih edince Monet’nin üvey kızı ve en büyük oğlunun dul eşi Blanche ile baş bahçıvan Lebret mülke sahip çıkmışlar. Blance’ın 1947 yılında ölümünden sonra bahçe tamamen bakımsız kalmış ve tabiri caizse vahşi doğa onu geri almış. Michel Monet de 1966 yılında bir araç kazasında ölünce tüm miras ‘Académie des Beaux Arts’a (Fransız Güzel Sanatlar Akademisi) kalmış. Bakım ve onarım için gereken para sağlanana kadar tüm eserler “Musée Marmottan” da koruma altına alınmış ki yukarıda da belirttiğim gibi halen en önemli Monet kolleksiyonu bu müzede. Toplanan bağışlar ve ‘Fondation Claude Monet’ (Claude Monet Vakfı) yönlendirmesiyle mülk elden geçirilmiş, havuzlar tekrar kazılmış, ‘Le Clos Nomand’ tarafında ise önce ciddi bir toprak hafriyatı yapılıp sonrasında Monet’nın resimlerine bakarak çiçekler yeniden ekilmiş. On dört yıllık bir çalışma sonrası Monet evi 1 Haziran 1980’de sanatseverlerle buluşmuş.
“Belki de ressam olmayı çiçeklere borçluyum” sözlerinin sahibi Monet’nin hayatından da biraz bahsedeyim: Monet’nin doğaya ilgisi çocukluğuna kadar uzanıyor. 1840 yılında Paris’te doğan Monet, beş yaşındayken ailesiyle Le Havre’a taşınmış. Küçük yaşlarınadn itibaren çizim yapan Monet’nin Eugene Boudin’den yağlı boyayı öğrenmesi yaşamında önemli bir dönüm noktası olmuş. Annesinin ölümüyle 16 yaşında teyzesinin yanına Paris’e tekrar taşınan Monet, Louvre müzesini sık sık ziyaret etmeye başlamış ama ustaları taklit etmek yerine, pencereden gördüklerini yapmayı tercih etmiş ve bu konuda da yeni tanıştığı empresyonist ressam Edouard Manet’nin desteğini almış. Monet 1862’de resim eğitimi almaya başlamış ama geleneksel yaklaşım onu hayal kırıklığına uğratmış. Yeni tanıştığı Pierre-Auguste Renoir, Frederic Bazille ve Alfred Sisley ile yeniliklerin peşinden koşmaya başlamış. Işığa yoğunlaşan genç ressamlar, ışığı doğrudan çizmek yerine onun kendilerinde yarattığı izlenimi tuvallerine yansıtmışlar ve bu da sanat tarihinde önemli bir değişimin başlangıcı olmuş. Sonrasında kendi sergilerini açmışlar, sergideki eserleri düzenleyenler Monet’nin bir tablosuna “İsmini ne koyalım?” diye sorduklarında Monet, “Bilmiyorum, güneşin doğuşunu izledim” cevabını vermiş ve ünlü ‘Impression Soleil Levant’ (İzlenim-Gündoğumu) tablosu tarihe izlenimcilik akımına adını veren eser olarak geçmiş. Bu tabloyu Marmottan müzesinde keyifle izleyebilirsiniz.
Monet yaşamında iki büyük savaş yaşamış: Fransa-Prusya Savaşı ve 1. Dünya Savaşı. Bunlardan etkilenen ressam ‘ölüm karşısında yaşam’ı sembolize etmesi için ısrarla nilüferleri çizmeye başlamış ve bu tablolarını Fransız halkına armağan etmiş. Monet bugün tabloları en yüksek fiyatlara satılan ressamlardan biri. 1905’te yaptığı ‘Nympheas’ (Nilüferler) New York’ta Christie’s müzayedesinde 43 milyon dolara, ‘Le Bassin Aux Nympheas’ (Nilüfer Havuzu) isimli tablosu ise 2008 yılında Londra’daki Christie’s müzayedesinde 80,4 milyon dolara satılmış.
Giverny’de Monet evinin yanı sıra ‘Musée des Impressionnismes’ (Empresyonizm Müzesi) mutlaka görülmeli. Giverny turu içinde Monet’nin mezarı da ziyaret edilebilir. Bunun için Monet’nin evi’nden çıktıktan sonra sola dönüp dümdüz yürümek gerekiyor. Monet’nin mütevazı mezarı ileride sağda Saint-Radegonde Kilisesi‘nin bahçesinde.
Öğle yemeği için eski bir otel olan ‘Restaurant Baudy’ çok keyifli bir alternatif. Özellikle arka bahçesi tam bir kır restaurantı havasında. Otel bölümü tepeye doğru devam ediyor ve bahçenin ortasında harika bir resim atölyesi var. Zaten Fransa kırsalının en önemli özelliği sanatı yaşamın içinde eritmesi. Burada kastettiğim sadece güzel evler yapıp çiçeklerle süslemek değil. Kültür ve sanat yaşamın bir parçası. Fransızlar yaşamayı, hayattan keyif almayı biliyorlar ve bunu da çok güzel gösteriyorlar. Sonuçta olayın para ile ilgisi yok. Bilgi, görgü ve nesillerden nesillere aktarılan kültürün bir yansıması.
3.GÜN=MUSÉE D’ORSAY, MUSÉE ORANGERIE, MUSÉE MARMOTTAN
Paris sayfiyesinde empresyonist ressamlara ilham olmuş yerlerde yaptığımız geziden sonra, sıra resimleri görmeye geldi. İlk durağımız ‘Musée D’Orsay’. Müze ‘Seine’ nehri kıyısında 1900 yılında inşa edilen bir tren istasyonunun içerisinde bulunuyor. 1961 yılında terk edilen bina 1978 yılında başkan Giscard d’Estaing tarafından müzeye dönüştürülmüş. Muhteşem bir empresyonist resim ve ‘Art Nouveau’ mobilya kolleksiyonuna evsahipliği yapıyor. Müzenin giriş katında oryentalist ressamlara ayrılmış bir bölüm var ve Osman Hamdi Bey’in de bir tablosu burada bulunmakta. ‘Musée D’Orsay’ biletinizi önceden aldığınızda zaman kaybı olmadan kolaylıkla gezilebiliyor. Gezerken de bir tren istasyonun nasıl değerlendirebileceğini görüp hayıflanmaktan başka birşey gelmiyor elden!-Ah! Haydarpaşa, vah! Haydarpaşa.
İkinci hedefimiz ‘Musée Orangerie’. ‘Tuileries Sarayı’nın eski limonluğu olan müze binası, ‘Seine’ Nehri kenarında, ‘Tuileries Bahçesi’nin ‘Concorde Meydanı’ndaki güneybatı girişinde. Müze empresyonist ve post-empresyonist resimlere evsahipliği yapıyor ve eserlerini görebileceğiniz ressamlar arasında Paul Cézanne, Henri Matisse, Amedeo Modigliani, Claude Monet, Pablo Picasso, Pierre-Auguste Renoir, Henri Rousseau, Chaim Soutine, Alfred Sisley ve Maurice Utrillo yer alıyor. En fazla ilgi görenler tabii ki Monet’nin nilüferleri. Daha önce MoMa’da özel bir gösterimde görme şansına eriştiğim bu şahaserleri nefesim kesilerek izledim. Müzenin karşısında, bahçenin kuzeybatı girişinde yeralan eski tenis kortu binasında ise, çağdaş sanat müzesi olarak kullanılmakta olan ‘Galerie Nationale du Jeu de Paume’. Modern sanatlara ilgisi olanlar için ilgi çekici olabilir.
Öğleden sonra durağımız ise ‘Musée Marmottan’. Gidiş için ‘Tuileries’ metro durağına yürüyüp, 1 no.lu hat (La Défense yönü) binin, Franklin D. Roosevelt durağında inip 9 no.lu hatta (Pont De Sévres yönü) aktarma yapın. İneceğiniz durak La Muette, N1-Chaussée De La Muette çıkışından çıkıp, 500 m ve 7 dakika kadar yürüyeceksiniz. Müstakil bir ev formatındaki müze resim ve dekoratif objelerden oluşan zevkli bir kolleksiyona sahip.
Konaklama ve yeme-içme önerilerime gelince:
Otel Le Pradey-Louvre müzesi ve Tulieries bahçelerine çok yakın olan bu şirin oteli ben çok seviyorum. Sabah erkenden kalkıp benim gibi gün doğumunu Louvre müzesi veya Tulieries bahçelerinde seyretmek istiyorsanız ideal. Hele birde benim gibi ‘Angelina’nın sıcak çikolatalarının bağımlısıysanız, orası da yürüme mesafesinde. Kahvaltısı da pek lezzetli.
Fromagerie Danard-Fransa’nın her yerinden toplanmış şaraplar ve peynirleri bulabileceğiniz bu minicik dükkanın sadece 5 masası var. Alışveriş yapmak da mümkün. Mutlaka rezervasyon ile gidilmeli. Saat 22:00’de kapatıyorlar. Lezzetler inanılmaz. En büyük sürpriz annesi Fransız, babası Türk olan Altan. Kendinizi ona emanet edin, hatta selamımı da söyleyin.
Daroco-Modern italyan mutfağı ve nefis pizzalarıyla fark yaratan bu İtalyan restaurant’ına mutlaka rezervaryon ile gidin. Lezzetler muhteşem, dekorasyon çok ferah ve etkileyici.
Le Soufle-Tatlı tuzlu aklınıza gelebilecek her çeşit ve her şeyin suflesi. Sadece sufle, sonuna kadar sufle. Çok sevimli bir yer. Sufle tutkunuysanız mutlaka gitmelisiniz.
‘La Chaine d’Or’-Gezinin Les Andelys bölümü öğle yemeği için
‘Dame Cakes’-Yazının içinde de anlattığım Giverny’deki muhteşem pastane/cafe.
‘Restaurant Baudy’-Yazımın Giverny bölümünde de anlattığım gibi pastoral bir öğle yemeği için ideal.
Diğer gezi ve yeme-içme önerileri için Paris yazılarımı okuyabilirsiniz.
- Cezanne
- Château Gaillard
- Claude Monet
- Claude Monet Vakfı
- Dame Cakes
- Daroco
- Empresyonistler
- Empresyonizm
- Fromagerie Danard
- Giverny
- Grand Andely Notre Dame Collegiate Church
- Grand-Andely
- İzlenimcilik
- Jardin d'Eau
- Jeanne D’Arc’ın
- La Chaine d’Or
- Le Bassin Aux Nympheas
- Le Clos Normand
- le Gros Horloge
- Le Soufle
- Les Andelys
- Manet
- Musee d’Orsay
- Musée Marmottan
- Musée Orangerie
- Nilüfer Havuzu
- Nilüferler
- Normand Bahçesi
- Nympheas
- Otel Le Pradey
- Paul Signac
- Petit Andely Saint Sauveur
- Petit-Andely
- Pissaro
- Place du Vieux Marche
- Renoir
- Restaurant Baudy
- Rouen
- Rouen Katedrali
- Saint-Radegonde Kilisesi
- Sainte Clotilde Miraculous Spring
- Sisley
- Su Bahçesi
- Vernon